Peygamberimizden Hayat Ölçüleri
Değerli
Engin Fm dinleyicileri,
Allah’ın
selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
“Peygamberimizden
Hayat Ölçüleri” isimli programımıza hoş geldiniz.
Muhammed
muhabbettir, muhabbet müebbettir
Mustafa
İslamoğlu
Aşk
ehli taşı gediğine koymuş:
Muhabbetten Muhammed oldu
hasıl
Muhabbetsiz Muhammed\'den
ne hasıl?
Çölde açan bir güldü o.
Rengi solmaz, kokusu tükenmez bir gül. Sevginin bedelini ödeyen Yakub gibi,
uzaktaki Yusuf\'u koklayan bir yürekle gözlerini takas edenler alabilirdi o gülün
kokusunu.
Aşkı ve acıyı ondan öğrendik. Yaşamanın ve ölmenin, ölmeden
önce ölüp öldükten sonra yaşamanın sırrını o öğretti bize. Göklerin sofrasını o
açtı önümüze. Onun sayesinde tenezzül buyurdu Allah yüreklerimize.
Evet,
aşkı ondan öğrendik: Sevdi ama sevdaya "kara" çalmadı. Sevdanın yüzünü
karartmadan sevmeyi beceremeyenlere, "ak sevda"yı öğretti. Aşka istikamet açısı
verdi. Sadece o açıyı takip edenler aşkın sırrına erdi.
Başkalarının
öğrettiği aşk sahibini tutuklayan bir tutkuya dönüşüyordu. Onun aşk öğretisi ise
sahibini özgür kıldı. O aşk çizgisini izleyenler sevdikçe özgürleştiler,
özgürleştikçe sevdiler ve sonunda hayatı bir demet muhabbete dönüştürdüler;
muhabbete, yani insanın harcadıkça çoğalan tek sermayesine...
İman
etmedikçe cennete giremezsiniz" diyordu; fakat daha müthiş, insanı iliklerine
kadar sarsan bir şey daha söylüyordu: "birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman
etmiş sayılmazsınız!" Bu, imanı yetiştiren toprağın sevgi olduğunu ifade
etmekti. Muhabbetin yürekte istikrar bulmuş hali olan iman, ancak sevgi
toprağında boy verebilirdi.
Dahası "Mü\'min, seven ve sevilen dost olan
ve dostluk kurulandır, sevmeyen ve sevilmeyende, dost olmayan ve dostluk
kurulmayanda hayır yoktur!" diyordu. Sadece demekle kalmıyor, bu sözün nasıl
hayata dönüştürüleceğinin en güzel örneklerini de veriyordu.
Onun
sevgisi, canlıları aşıp cansızları dahi kuşatıyordu. Uhud için diyordu
ki;
"Uhud, o bir dağ; ama o
bizi sever, biz de onu severiz!"
Dağla sevişen, dağı seven ve dağ
tarafından sevildiğini fark eden bir yürek nasıl bir yürektir? Bu insanı
yürekten sarsan muhabbet dersinin, bizim özlemeyen, sızlamayan, yanmayan,
inlemeyen, sevmeyen, duyarsız, taşlaşmış ve hatta taştan daha da katılaşmış
yüreklerimizde yaptığı yankı nedir?
Modern birey anlayabilir mi bu
tavrı? İçinde yürek yerine taş taşıyan modern insanda nasıl bir karşılık bulur
bu davranış? Şairin "Şarkı görmez, garbı bilmez, görgüden yok vayesi/Bir utanmaz
yüz yaşarmaz göz bütün sermayesi" dediği bedeviden bozma, köylülüğe müptela,
varlıkla sınanınca lümpen kaprislerine, yoklukla sınanınca aşağılık
komplekslerine kapılanlar, nasıl anlar ve anlatır, nasıl yaşar ve yaşatırlar bu
muhabbeti/Muhammed\'i?
Muhabbeti Muhammed\'den öğrenenler ölmemenin
sırrını da öğrenmiş oldular. İşte onlardan biri, bu sırrı şu dizelerle açığa
vurdu:
Âşık öldü diye salâ verirler
Ölen hayvan imiş âşıklar
ölmez
Âşıkların ölmeyeceğinin ondan güzel kanıtı olur mu? Muhabbetin
merkezi olan gönülden yola çıkarak anlayın bunu: Birine "alçak" derseniz hakaret
etmiş olursunuz, "alçak gönüllü" derseniz iltifat. Çünkü gönül öyle yüce bir
makam ki, kendisine ilişen alçaklığı bile elinden tutup katına yüceltir, "alçak
gönüllülük" bir yücelik olup çıkar.
Acıyı da "Ben hüzünlerin
peygamberiyim!" itirafında bulunan o Ufuk İnsan\'dan öğrendik: Saçları
sevdiklerinin ölümüyle değil, Allah\'la ilişkisini örselememek uğruna gösterdiği
çabayla ağaran Yüce Önder, Kutlu Rehber\'den. Çağların günahını yıkamak için gece
yarıları saldığı gözyaşları, yattığı şilteyi ıslatıp Aişe\'yi uyandıracak kadar
sel olup çağlayan Ayaklı Kur\'an\'dan.
Bu soylu acı değil miydi, Hıra\'da
kendi ruhunu yeniden doğuracak bir sancıya ebelik eden? Buna insanın oluş
sancısı da diyebilirsiniz. Baksanıza o okyanus misali kutlu sancıdan payına bir
damlacık düşenler, yaşadıkları çağın, \'nükleer güç merkezlerinin\' dahi yanında
yaya kaldığı etkinlikte birer \'gül ve güç merkezi\'
oluyorlar!
Çağın
Ebu Cehillerinin onu anlamasını, onu sevmesini kimse beklemesin. Değil mi ki o,
atası İbrahim gibi insanlığa şeytanı, şeytanları taşlamayı öğretti. Şeytan ve
dostları da o gülü ve onun gül yüzlü dostlarını taşlayacaklardır.
Ben
modern Ebu Cehillerin yaptığından daha çok, ona ümmet olduğunu söyleyenlerin
yaptıklarının onu üzdüğünü düşünüyorum. Onun mirasına sahip çıkması gerekenler,
sadece sakalına ve hırkasına sahip çıkıp onun öğretisini çağın dışına atmakla
onu daha fazla üzüyor olsalar gerek.
Allah\'ın bize gönderdiği Hz.
Muhammed (sonsuz sayıda selam, hürmet ve muhabbet ona olsun) bir tek Muhammed
idi. Fakat, geleneğimiz en az üç Muhammed ortaya çıkardı: 1. Göklere çıkartılan
insanüstü Muhammed 2. Ara kablosu, postacı muamelesine maruz bırakılarak
aşağılanan Muhammed 3. Kur\'an\'ın tanıttığı muhteşem bir ahlaka sahip olan örnek
insan Muhammed.
Bir de muhaddislerin ömrü boyunca hep konuşan ve hiç iş
yapmayan Muhammed\'i, sûfilerin ömrü boyunca içiyle uğraşıp dış dünyaya sırt
dönen Muhammed\'i ve fakihlerin işi-gücü Kur\'an\'ı kodifike edip ondan formel
hükümler devşirmek olan Muhammed\'i var.
İsterseniz, bu birbirinden ayrı
"üç Muhammed"in özelliklerine gelecek hafta değinelim.
Ama bu satırları
bitirmeden, o insan güzeline bir maruzatım var:
Seni çok özledik, bizi
bu çağa karşı dik tutan senin kokundur:
Yel essin Ya Rasullallah...
Kokun gelsin!
Mustafa İslamoğlu, ( 21 Nisan 2000
)
Size bir soru:
Bir sigara tiryakisine sigarayı bıraktırabilir misiniz?
Cevabınız “Evet” ise, hemen şu soruya cevap verin:
Bunu nasıl ve ne kadar zamanda başarırsınız?
Diyelim ki, kendi ölçülerinize göre bir yöntem ve süre belirlediniz.
O zaman hayal gücünü son sınırlarına kadar zorlayın ve dünyanın en cahil, en kaba, en vahşi, en inatçı bir insanını en bilgili, en kibar, en merhametli ve en medenî hale getirmeyi bir düşünün.
Böyle bir şey mümkün mü?
Bizim için o kadar zor ki.
***
On dört asır önce, bir imkansız gerçekleşti. Bir tek kişi, dünya tarihinin en büyük inkılâbını gerçekleştirdi.
Dünyanın en vahşi, adetlerine en mutaassıp, en inatçı ve en cahil bir toplumu, çok kısa bir zaman diliminde değiştirdi. O insanların akıllarını, kalplerini, ruhlarını, nefislerini fethetti. Kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin güzel bir terbiyecisi ve ruhların sultanı oldu. O günün şartlarında insanların hayatlarını dahi uğrunda kolaylıkla verdikleri alışkanlıkları, örf ve adetleri, üstelik inatçı, mutaassıp bir toplumdan kaldırdı. Üstelik hiçbir zor kullanmadan, baskı yapmadan, güç harcamadan. Hem de, ortadan kaldırdığı zararlı ve kötü özelliklerin yerine, son derece güzel huyları, alışkanlıkları ve seciyeleri, öylesi bir toplumun kan ve damarlarına kadar yerleştirdi.
Ve o insanlar, kısacık bir zaman diliminde, bütün dünyaya muallim, medenî milletlere üstad oldular...
O, kimdi?
Bakın, Onun için,
Yeryüzü bir mescid,
Mekke bir mihrab,
Medine bir minber oldu.
O,
Rabbimizi bize tanıtan en açık bürhan,
Bütün mü’minlere imam,
Bütün insanlara hatip,
Bütün peygamberlere reis,
Bütün evliyaya seyyid oldu.
O,
Köklerini bütün peygamberlerin oluşturduğu,
Ayrı ayrı tatları, lezzetleri ve meziyetleriyle evliya meyveleri veren,
Dalları, geçmiş ve geleceği aynı anda gölgeleyen nuranî bir Tûba ağacıydı.
Onun davasını geçmiş zamanın peygamberleri mucizeleriyle, gelecek zamanın evliya ve asfiyası kerametleriyle tasdik etti.
“Lâ ilâhe İllallah” dedi.
Bu prensibi, davasının en önemli esası olarak kabul etti.
Bütün geçmiş ve gelecekte saf tutan sayısız mübarek insanlar hep bir ağızdan ‘sadakte ve bilhakkı natakte’ (doğru söyledin ve hakkı dile getirdin) diyerek tasdiklerini dile getirdiler.
Elinde, her yönüyle mucize bir Kitap; dilinde, hakikatleri haykıran bir hitap vardı.
Bütün insanlığa; hattâ cinlere ve meleklere; hattâ bütün varlık âlemlerine ezelî bir hutbeyi tebliğ etti. Bu alemin yaratılış sırrını açıkladı. Nice muammaları çözdü. Nice hakikatleri keşfetti.
Şu âlemin yaratılış sırrını açıkladı. İnsanlığın zihnini hep meşgul eden “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” gibi müdhiş sorulara, son derece ikna edici cevaplar verdi.
O zât, ebedî bir saadetin habercisi ve müjdecisi oldu;
Sonsuz bir rahmetin kâşifi, ilancısı;
Kainattaki İlahî saltanatın dellâlı, seyircisi;
Kulluğu cihetiyle bir muhabbet timsali, insaniyetin şeref kaynağı, yaratılış ağacının en nuranî meyvesi;
Peygamberliği cihetiyle hakkı gösteren en kat’î delil, bir hakikat güneşi, bir hidayet feneri, bir saadet vesilesi oldu.
Onun nuruyla, bütün karanlıklar aydınlandı. Bir matemhâneyi andıran âlem, neşe ve sürûra gark oldu. Onun öğrettikleriyle her şey birbirine dost, kardeş ve arkadaş oldu.
O, âlemlere rahmet olarak gönderildi. Varlıkların övünç kaynağı oldu.
O, içindeki ahlâk güzelliği yüzüne yansımış güzel bir dü. O le, âlemler dü.
O ün güzelliği, nice bülbülleri kendine aşık eyledi.
O ün asıl güzelliği, güzeli çok seven sonsuz bir Güzeli ve güzelliği göstermesiydi. O sonsuz Güzel de, bütün güzellikleri, o güzel ün üzerinde toplamıştı.
İşte biz, o Güzeller Güzeli Rabbimizin dergahında boynumuzu büküyor; elimizi açıp yalvarıyoruz. O’nun en çok sevdiği ve bütün güzellikleri üzerinde topladığı Habîbini, hakkıyla sevmeyi ve sadakatle bağlanmayı niyaz ediyoruz.
Dr. Veli
Sırım www.velisirim.com
Zafer
Dergisi, Nisan-2005
Peygamberimiz’le
hayatımızı test yapmak
“Andolsun, sizin
sıkıntılarınızın, problemlerinizin en güzel çözümü, çaresi, kurtuluşunuzun
şifalı reçetesi, Allah’ın Resûlü’nde, O ‘nun yiğitliklerle, fedakârlıklarla,
sabırla, mücadelelerle dolu örnek hayatındadır. Allah’ın rızasını, ahiret
hayatındaki mutluluğu umanlar, Allah’ı çok zikredenler, devamlı Allah’ın dinini
tebliğ ile uğraşanlar için O’nda örnekler vardır.” (Ahzab Sûresi/21) (Tefsirli
Meal)
Kutlu Doğum Haftası sebebi
ile, Efendimiz’in bazı söz ve sünnetlerinden hareket ederek, içinde bulunduğumuz
hayatımızı özet halinde gözden geçirelim dedik. Yazımızın daha net olarak
anlaşılması için de konuyu rakamlar ve maddeler halinde zikretmeyi uygun bulduk.
1. Efendimiz, bizzat atını tımar eder, ağzını burnunu siler ve hoş
davranırlardı. Acaba diyorum, bindiğimiz arabaları kendimiz mi yoksa çırak ve
hizmetçilerimiz mi yıkamakta, temizlemektedir? Bu konuyu bir düşünsek diyorum.
2. Efendimiz, uzun tırnaklarla koyunların sağılmasını istememiş, tırnakların
kesilmesini istemişlerdir. Acaba diyorum, horoz, deve, boğa dövüştürenler, o
manzarayı seyredenler, katıla katıla yara bere içinde kalmış hayvanlara
gülenler, içerisinde bulundukları hali hiç fark etmiyorlar mı?
3. Efendimiz,
kapı komşusu olan Yahudinin hasta oğlunu ziyaret etmişlerdir. Bizler de zaman ve
mekân şartlarımız oluştuğunda, hasta olanları ziyaret etsek, hiç ayırım yapmasak
nasıl olur acaba?
4. Efendimiz, kızı eve geldiğinde onu ayakta karşılar,
iltifat eder ve yanaklarından öperlerdi. Bizler de çocuklarımızı çarşıdan,
okuldan, iş yerinden eve geldiklerinde bazen kapılarını açsak, hatta ayağa
kalkarak karşılasak ve yanaklarını öpsek ne olur? Babalık otoritemiz sarsılır mı
dersiniz?
5. Efendimiz, ayakları acıdığında, uzatması icap ettiğinde
yanındakilerden izin alırlardı. Kızı veya hanımı olsun fark etmezdi. Bizler de
beraber olduğumuz zaman ve mekânda her türlü tavır ve hareketlerimize biraz
dikkat etsek, edep ve terbiyemiz azalır mı acaba?
6. Efendimiz, yatsı
namazından sonra lüzumsuz dünya bağlantılı konuşmaları sevmez, hatta yasaklardı.
Bizlerin, gecenin 12’lerine varan TV izleme oturumlarımıza bir çekidüzen versek
diyorum, acaba medeni kimliğimizi ihlal etmiş olur muyuz?
7. Efendimiz,
bazen elbiselerini diker ve bazen ev işlerinde hanımlarına yardım ederlerdi. Biz
kocalar ihtiyaç hissettiğinde ev işlerinde hanımlarımıza yardımcı olsak,
erkekliğimiz, herifliğimiz buharlaşır mı acaba?
8. Rehberimiz, kuduz köpeğin
dahi işkenceye tabi tutulmamasını istemişlerdir. Çağdaş dünya, insanlara yapılan
işkenceleri parlamenter sistemlerin gündeminden hiç düşürmüyor. Mutlak
örneğimizin yaşadığı asrı çağdışı ilan edenlerin, kendileri mi çağ dışında
yaşıyor acaba?
9. Rehberimiz, kendilerini çağıran herkese ‘Buyur’ diye
karşılık verirlerdi. Bir amir memuruna, bir patron işçisine, bir müftü müezzine
acaba ömrü boyunca bir defa olsun ‘buyur’ dediler mi?
10. Rehberimiz,
insanın yüzüne vurmayı yasaklamıştır. Günümüz dünyasında hanımının, kız ve
oğlunun yüzüne vurarak döven anne ve babalar, şefaatlerini istediği
Peygamberimiz’in neresinde olduklarını hesap ediyorlar mı acaba?
11.
Rehberimiz, kahkaha ile gülmemiş, böyle gülmenin kalpleri öldürdüğünü
buyurmuştu. Günümüz insanları olarak, ekran başlarında “Şakacı”, “Çocuklar
Duymasın” programlarında gözleri yaşarırcasına gülmemizin hangi terazide
tartılacağını tahmin ediyor muyuz acaba?
12. Örneğimiz, üzüldüğü zamanlarda
namaz kılarlardı. Üzüntü ve sıkıntılarımızda namazdan değil de sövmeden,
küfretmeden, sigaradan yardım istemenin, dinin neresine konulacağını biliyor
muyuz acaba?
13. Her şeye rağmen, Peygamberimiz’den, Rehber ve Örneğimiz’den
1400 sene sonra dünyaya gelmemize rağmen, 1400 sene önceki hayatı benimsemiş,
bunun ötesinde o hayata ‘hayatımız’ demiş, getirdiği ve tebliğ ettiği tüm
gerçeklere müspet yönde cevap vermiş, kınayanların kınamalarından korkmaksızın
dinimizden, ibadetlerimizden, ahlâk ve edebimizden dolayı aşağılık duygusuna
kapılmamış olmamızı terazinin bir tarafına, hata, günah ve isyanlarımızı da
diğer tarafına koyup, elimizi Rabbimize açtığımızda öyle ümit ediyoruz ki,
rahmet kapısından kovulmayacağımıza inanıyor, Kutlu Doğum Haftası münasebeti ile
tüm okurlarımıza sevgi ve saygılar sunuyoruz.
Gül kokusunu çağa
taşımak
Sahte kahramanlar. Futbol
ve şov dünyasının sahte ilah ve ilaheleri. Televizyon yıldızları ve pop starlar.
Ve daha bir yığın sahte değer arasından Sevgililer Sevgilisi’nin, Âlemlere
Rahmet Hz. Muhammed’in, o insanlık sadakasının kokusunu çağa taşımak…
İşte
her fırsatta yapılması gereken bu.
Şöyle bir manzarayı gözünüzün önüne
getirin:
Ortada kocaman bir pasta. Onun etrafında toplanmış küçüklü büyüklü
çocuklar. Hep birlikte serçekuş yürekleriyle hissederek önce bağırıyorlar:
“İyi ki doğdun Yâ Rasûlallah!”
Bir, iki, üç… Ve arkasından salâtu
selamlar, küçümencik gözlerden süzülen yaşlar ve minnacık yüreklerin kocaman
kocaman sevgileri…
Bu manzarayı kaç kişi düşündü, kaç kişi yaşattı ve
yaşadı, bilmiyorum. Ama bu manzara aynen yaşandı. Demek ki oluyor, olabiliyor.
Bir dahaki “Kutlu Doğum Haftası”nı siz de vakfınızda, derneğinizde, lokalinizde,
cemiyetinizde, sokağınızda, evinizde, okulunuzda deneyiniz.
Çağa inat, çağın
putlarına inat Rasûlullah’ı çağa taşımak zorundayız. Onu gönüllerimizde
kurduğumuz manevi ülkenin sultanı yapmak zorundayız. Çocuklarımızın hayalini o
süslemeli.
Bunun için de sürekli fırsatlar kollanmalı. Var olan fırsatlar
daha da genişletilmeli. Her vesileyle Allah Rasûlü’nün gül kokusunu yaymalı.
Yaşadığı çağı kenef gibi kokutanlar rahatsız olacaklar. Varsın olsunlar. Onların
kenef kokusuna alışmış burunları rahatsız oluyor diye, biz gül kokusundan
vazgeçemeyiz.
Onlar kenef kokusunu ele geçirdikleri eğitim sistemiyle mi
yayıyorları Biz o kokuları gül kokusuyla def edecek alternatif ortamları
oluşturacağız. Alternatif eğitim müfredatları uygulayacağız. Tabir caizse
çocuklarımızın zihinlerini her gün anti-virüs taramasından geçireceğiz. Onların
saf yüreklerine ve zihinlerine sızan virüsleri tek tek imha edeceğiz.
Bunun
onlar için taşıdığı hayati önemi onlara usanmadan anlatacağız. Eğer bu
yapılmazsa, Allah’ın kendisine doğuştan verdiği altyapısının çökeceğini,
potansiyelinin kullanılamaz duruma geleceğini anlatacağız.
“Bak yavrum”
diyeceğiz, “Sana her yandan bilgi akıyor. Bu mesajları eğer virüs taramasından
geçirmeden alırsan, manen çökersin. İlahi inşa eseri olan muhteşem altyapın
harap olur. Bu yüzden mutlaka sana öğretilenleri taramadan geçirmelisin.”
Biz de onların zihin ve kalplerine anti-virüs programı kuracağız. İşte bu
programların en etkili olanlarından biri, Rasûlullah sevgisidir. Bu sevgiye
sahip olan bir yürek ve zihin onu sık sık “up-date” etmeli, yenilemeli. İşte
Ramazan gibi, kandiller gibi, Kutlu Doğum Haftası gibi zamanlar bunun
vesileleridirler.
Eğer alternatif müfredatınız yoksa, alternatif
kanallarınız yoksa, alternatif kitaplarınız ve kitaplığınız yoksa, ellerinizle
besleyip büyüttüğünüz yavrularınızın en değerli yerlerini, yürek ve zihinlerini
aç kurtların önüne atıyorsunuz demektir. En dehşetli iğfal, akıl ve kalbin
iğfalidir.
Sakın kimse dağı taşı dolduran pıtrakları gösterip de, “Bu
arazide gül mü yetişir?” demesin. Unutmasın ki, pıtrak ekilmez. Kendi biter.
Çünkü boş bırakılmıştır onun bittiği yer. Bu yasadır: Tabiat boşluk kaldırmaz.
Pıtrağın yetişmesi için fazladan bir şey gerekmez. Boşluk yeter. Ama gül kendi
kendine yetişmez. Mutlaka ekip, dikip, sulayan biri olmalıdır. Mutlaka adam eli
değmelidir.
Bir çiçekle bahar gelmez. Doğrudur. Ama her baharı ilk haber
veren de bir çiçektir. Bu da doğrudur. Bir baharı haber veren gül olmak, gül
yetiştiren adam olmak, gül kokusunu çağa taşımak…
Yakınanlar! Ne
duruyorsunuzı Unutmayın, yakınmak sabırdan daha çok yorar.
“Kutlu Doğum
Haftası” münâsebetiyle
Nazik olunuz, hayat size
gülecektir
Hayatı, maddî şeylere sahip olmak ve onları nefsi putlaştırmak ve
insanlara zulmetmek için kullanan zalim ve kaba insanlara söyleyecek pek sözümüz
yoktur. Herkes yaptığının karşılığını görecek ve alacak olduğu günü beklesin.
Ancak, ruhunda insan ışığı, güzel ahlâk mayası bulunan insanların “nazik”
olmalarını ve nezaket kurallarına uymalarını, “kaba”lıktan uzak durmalarını, bir
varoluş sebebi olarak görmelerini tavsiye ederim. Ümmeti olmaktan şeref
duyduğumuz rahmet peygamberi Efendimiz (a.s.)’in nezaket denizinden birkaç damla
sunmak istiyorum: Resulullah (a.s.) iyi ve güzel huylu olup bütün insanlara çok
nazik davranırdı. Her zaman mütebessimdi. Yüzünde daima ışıldayan bir parlaklık
ve neş’e ifadesi vardı. Bu dünyada çok hafif görünen nezaketin, Hesap Günü’nde
çok ağırlığa sahip olacağını söylerdi.
Evinizin zili çaldığı zaman,
“babamız/kocam geldi” diye sevinçle ayağa fırlayan çoluk-çocuğa sahipseniz, ne
güzel; ama “Eyvah, karabulut evimizin içine çökecek!” diye korkuya kapılan
çoluk-çocuğunuz varsa -ki müsebbibi sizsiniz- kendinize “ümmet” adına çeki düzen
vermek zorundasınız. Hayatın her bölüm ve anında olduğu gibi, Müslümanların
nezaket konusunda, geçinebilirlilik konusunda da en önde olmaları gerekmektedir.
“Nasılsınız?” “İnşallah iyi olacağız!” Şu soru cevaba bakınız. Güya
Müslümanların düştüğü zilleti duyumsamayan, duyarlı bir ruha sahip olduğunun
zımnî (dolaylı) bir ifadesi olarak karşımıza çıkan bu tarz konuşmalar, aslında
arabesk bir anlayışın, melankolik bir dışavurumudur. Evet, iyi niyetle söylenmiş
bir “bilinç”i simgeler belki; ama, aynı zamanda umutsuzluğu da içinde
barındırır.
Mü’min neş’eli olmalıdır; çünkü o daima umutludur. Çünkü mü’min,
hiçbir şart altında asla kaybı olmayan insanın adıdır. Neşeli insan, umutlu
insan nazik olur. Yüzünden zakkum damlaları damlayan ruhu kararmış bir insan
nasıl nazik olsun ki?
Resulullah (a.s.), birisiyle karşılaştığında selâm
verirdi. Onunla özel olarak konuşmak isteyen olduğunda o yanından ayrılmadıkça
Resulullah (a.s.) yüzünü başka tarafa çevirmezdi. Aynı şekilde herhangi bir
kimse ile musafaha yaptığında karşısındaki elini salmadıkça o elini bırakmazdı.
Peygamber (a.s.) ashabıyla toplu olarak bir arada oturduğunda ayrıcalıklı bir
yere oturmazdı. Hatta öyle olurdu ki, Medine’ye gelen yabancı heyetler mescitte
oturan Resulullah (a.s.)’ın kim olduğunu ayırd edemezlerdi.
Resulullah
(a.s.) sataşma, istihza (olay) ve insanların kaba söz ve davranışlarına daima
hoşgörüyle bakmış, şikâyetçi olmamıştır. “Allah indinde en kötü insanın; küstah
ve kötü söz söylediği için insanların görüşmeyi kestiği insan” olduğunu
söylemiştir.
Selâmlamada önce davranan hep o olurdu. Yolda yürürken gördüğü
kadın, erkek, çocuk herkese selâm verirdi.
Bir alacaklı Resulullah
(a.s.)’tan kaba bir tavırla aldığını istediğinde, Ömer b. Hattab onun üzerine
yürüdü. Peygamber (a.s.): “Ey Ömer, dur! Benden borcumu ödememi, ondan da
sabırlı olmasını istemen daha doğru olur” buyurdu.
Meclisinde bulunan hiç
kimse Resulullah (a.s.)’ın kendine karşı kaba veya küçümseyici bir tavrını daha
hissetmemiştir. Söz veya hareketle hiç kimseye hakaret etmemiş,
gücendirmemiştir. Hiç kimse O’ndan kötü söz işitmemiştir. Hiç kimseye arkasını
dönmezdi. Meclisinde oturan herkes azami derecede saygı ve şerefli muamele
gördüğünü hissederdi. Arkadaşlara nazik davranmanın hayırlı bir iş, her hayırlı
işin de bir sadaka olduğunu söylerdi. “İçinizde en iyi olanınız şahsiyet ve
ahlâk olarak en iyi olanınızdır” buyurmuştur. Bir defasında, içi dışından, dışı
içinden görülebilenlere cennette yüksek köşkler bulunduğunu müjdelemiş ve bu
binaların nazik ve tatlı konuşanlar için olduğunu söylemiştir. Hesap Günü’nde
müminlerin tartısında nezaketten fazla bir şeyin ağır gelmeyeceğini, çünkü
Allah’ın kaba ve terbiyesiz insanları sevmediğini söylemiştir. Terbiyeli bir
insanın iyi ilişkisinden ötürü, namaz kılan, oruç tutan biri gibi sevap
kazanacağını dile getirmiştir. “Bir parça nezaket verilen insana bir hayır
verilmiştir, bir parça nezaketten mahrum insan da hayırdan yoksundur”
buyurmuştur.
Kısaca Allah Rasulü (a.s.) nazik, müşfik, terbiyeli, iyi
ahlâklı, güzel huylu ve ılımlı, mükemmel bir insan modelidir. Bu ahlâkı çölün
sert, kaba ve cahil insanlarına vererek, onları dünyanın öğreticileri ve
önderleri kılarak sonsuz bir medeniyetin kurucusu olmuştur. Kadın erkek, zengin
fakir, büyük küçük herkese karşı davranışı aynıydı. Herkesle medenî, nazik ve
terbiyeli konuşurdu. Kur’an-ı Kerim, O’nun niteliklerini şöyle anlatır:
“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı
yürekli olsaydın, çevrenden dağılır, giderlerdi.” (3:159)
Ümmeti olmakla
övündüğümüz Efendimiz’in hayatından bir kesit sunmaya çalıştım. O’na benziyor
muyuz? Bu yazıyı, aile ortamında okurken yüzümüz kızarıyor mu, yoksa “Ben O’nun
yolundayım” mi diyoruz. Nezaketin birinci kuralı, insanların sizin yanınıza
gelmekten çekinmemeleridir. Alaycı, kaba, toplumda kusurları yüze vuran insanlar
sevilmezler; çünkü onlar nazik değiller, kabadırlar.
Çoluk çocuğumuza ve
çevremizdeki insanlara karşı nazik olsak, yarınlar gülümseyerek bizleri
karşılayacaktır. Yarınımızı karartmayalım.
Not: “Anne-baba çocuğunu eğitecek
kadar bilgili değilse ne yapsın?” diyen okuyucuma derim ki: “Çocuklarını sevsin
ve onlara karşı çok nazik olsun, kaba davranmasın. En büyük mürebbiye-terbiyeci-
Allah’tır.”
Sakın Terk-i
Edebden
Osmanlı Divan
şairlerimizden Nâbî 17. asırda yaşamıştır. Aslen Urfalıdır. Peygamberler şehri
Urfa’nın manevi ikliminde iyi bir eğitim alan Nâbî, çocukluk ve ilk gençlik
yıllarından sonra İstanbul’a göçmüştür. Tasavvuf terbiyesi de görmüş olan
Peygamber âşığı Nâbî, padişah IV. Mehmed döneminde Hacca gitmek üzere bir kısım
devlet erkanıyla birlikte yola çıkar. Kafile Medine-i Münevvereye yaklaşmıştır.
Vakit gecedir. Rasulüllah (s.a.v) Efendimiz’e bir an önce ulaşma özlemiyle
Nâbî’nin gözüne uyku girmemiştir. Fakat kafiledeki bir devlet adamı, hem de
ayaklarını kıbleye doğru uzatmış, uyumaktadır. Hz.Peygamber (s.a.v)’in
beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini bir türlü hazmedemeyen ve çok
üzülen Nâbî, içinden gelen bir ilhamla aşağıdaki kasideyi söyler :
Sakın terk-i edebden kûy-ı
Mahbûb-i Hudâ’dır bu Nazargâh-i ilâhidir,
Makam-ı Mustafâ’dır bu,
Sakın edebi terk etme.
Felekde mâh-i nev,
Bâbüsselâm’ın sîne-çâkıdır
Bunun kandili Cevzâ,
matla’-i ziyâdır
Habib-i Kibriyâ’nın
hâbgâhıdır fazilette
Tefevvuk-kerde-i Arş-ı
Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu.
Bu
hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zâil
Amâdan açdı mevcûdât düş
ceşmin tûtiyâdır bu.
Muraât-ı edep şartıyla gir
Nâbî bu dergâha
Metâf-ı Kudsiyandır
cilvegâh-ı enbiyâdır bu Ey Nâbî
(Burası Allah’ın
sevgilisinin beldesidir.
Cenâb-ı Hakk’ın nazar
buyurduğu, Hz. Muhammed Mustafâ (s.a.v)’nın makamı, Ravza-i
Nebî’dir
Bu Gökteki yeni ay,
Bâbüsselâm kapısının yüreği yanık aşığıdır.
Ayın kandili Cevzâ yıldızı
bile ışığının nurunu ondan almaktadır.
Burası, Allah (c.c)’ın
sevgilisinin ebedî istirahatgâhının, türbesinin bulunduğu yerdir ve fazilet
bakımından Cenâb-ı Hakk’ın arşının bile üstündedir.
Bu toprağın ziyâsından,
yokluğun karanlıkları ortadan kalktı. Bütün yaratılmışların görmeyen gözleri
açıldı, çünkü bu toprak, gözlere şifa veren sürmedir.
Bu dergaha edep ölçülerini
gözeterek gir; çünkü burası meleklerin tavaf ettiği ve Peygamberlerin tecelli
ettiği bir yerdir.)
Nâbî
bu şiiri yolda yazar. Kafile şafak vakti Medine-i Münevvere’ye girmektedir.
Ravza-i Mutahhara’ınn minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanın
ardından Türkçe bir kaside okumaya başlar.Nâbî, dikkat eder, okunan kendi
şiiridir. Hemen minarenin kapısına koşar.Müezzine; Allah aşkına, okuduğun bu
kasideyi nerden öğrendin, der. Müezzin şöyle cevap verir:
“Bu
gece rüyamda Efendimiz (s.a.v)’i gördüm, bana dedi ki: Ümmetimden Nâbî adında
bir şair, benim hakkımda şu kasideyi yazdı, hoşuma gittiği için bunu okumanı
arzu ediyorum. Ben de rüyamda Efendimizden öğrendiğim beyitleri aynen okudum”.
Nâbî, sevincinden oracığa
bayılıp düşer. O, bu iltifata, Rasulüllah Efendimiz’e duyduğu edep ve
muhabbetten dolayı nâil olmuştur.
Hz.Mevlânâ’ya göre edep,
insanın bedenindeki ruhtur, enbiyâ ve evliyânın göz ve gönül nurudur, şeytanın
katilidir, insanla hayvanı birbirinden ayıran en önemli vasıftır.
“Edep bir tâc imiş nûr-i
Hüdâdan
Giy
ol tâcı, emin ol her belâdan
Allah ve Rasulüne yükselen merdivenin basamakları, ancak edeple çıkılır”
Haftaya yeniden birlikte olmak dileğiyle, hoş kalınız, hoşça kalınız...
2003 Yılı Ocak ayından itibaren, Radyo Engin\'de Hadis Sohbetleri yapmaktayım. Erkam Yayınları arasında çıkan Riyazü\'s-Salihin isimli eseri takip ediyorum. Her pazartesi günü saat 16.30\'da dinleyicilerime seslendiğim bu programı 2006 yılı Kasım ayında bıraktım.