Yurt dışında görev yapacak din görevlilerinin belli başlı problemleri şunlardır!
YURT DIŞINDA DİNİ HAYAT : FRANSA ÖRNEĞİ
Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımıza dini konularda hizmet götürebilmek için nasıl bir yapı ile muhatap olduğumuzun ortaya konulması lüzumu kendini hissettirmektedir. Yurt dışında görev yapacak olan din görevlilerimizin belli başlı problemleri, daha ziyade muhatap eksenli olması ve muhataba göre bir hizmet anlayışı geliştirememekten kaynaklanmaktadır. Bu da hem yapılan işi akim kılmakta, hem de belirli bir kapasiteye sahip görevliyi etkisiz hale getirmektedir.
İlk ve en önemli konu nasıl bir cemaat profili ile karşı karşıya olduğumuzdur. Din görevlisinin yurt dışında ki muhatabı tek parçalı bir yapı değildir. Birbiri ile bire bir bağlantılı gözükmekle beraber tamamen birbirinden kopuk, hatta birbirine taban tabana zıt diyebileceğimiz ölçüde bir yapı vardır. Bu yapıyı ortaya çıkaran etken ise daha ziyade kuşak farklılığıdır. Kuşakların hizmet götürme noktasında farklılık arz etmesinin temel sebebi ise “din anlayışı” veya “din algılaması” başlığı altında toplayabileceğimiz zihni yapıdan kaynaklanmaktadır. Din eğitiminin yeterli olmamasını da eklediğimiz zaman ortaya çıkan yapı daha da zor bir problemi beraberinde getirmektedir. Tabii bu kuşaklar arasındaki zihni farklılık, onların din algılaması, dindarlık algılaması, din görevlisini nasıl değerlendirdiği, ne olarak gördüğü ve görmek istediği gibi konularda bu çerçevede değerlendirilmesi gereken konulardır.
İlk dikkatimizi çeken ve din görevlisinin zahiren en fazla muhatap olduğu kesim “birinci kuşak” diye tarif edilen yaş ortalaması olarak altmış ve üzeri yaşlarda olan topluluktur. Zahiren din görevlisi en fazla birinci kuşakla meşgul oluyor gözükür. Zira görev yapmış olduğu caminin daimi cemaati bu kişilerdir. İlk kuşakta bulunan cemaatimiz Türkiye’den yetmişli yıllarda buraya çalışıp, para kazanmak için gelmiş olan vatandaşlarımızdır. Buraya geliş sebepleri belli ve onları bu ülkeye işçi olarak taşıyan etkenler malumdur. Yurt dışına işçi olarak çıkan bu ilk kuşağın iki ortak paydası vardır. Birincisi belirli bir miktarda para kazanmak. Bu “bir ev bir dükkan parası” ,”bir tarla bir traktör” parası vb. ana başlıklar altında toplanabilir. İkinci ortak payda ise hepsi bu ülkeye geçici bir süre için gelmiştir. Hepsi üç beş yıl içinde geri dönecektir. Ama yurt dışına göçün başladığı tarihten itibaren değerlendirip yüzdeye vurduğumuzda dönenlerin sayısı, dönemeyenlere oranla çok çok azdır. Birkaç yıl içinde dönme fikri ile gelen bu kuşağın belirli bir tarihten sonra ailelerini de getirmek, buraya taşımak sureti ile kalıcılığı adeta pekiştirmiş olduklarını kendileri yeni yeni kavramaktadırlar.
Kalıcı olmama fikri, dönecek olma fikri kanaatimce bu ülkedeki vatandaşlarımızın dini hayatlarını etkileyen temel faktörlerden de birisidir aynı zamanda. İlk kuşağın nüfus olarak ağırlıklı bir oranı yetmişli yılların ikinci yarısında gelmiş olmasına rağmen camilerin ve cami derneklerinin neredeyse doksanlı yıllarda açılmış veya kurulmuş olmaları bunun en açık göstergelerinden bir tanesidir. İlk yıllarda nasılsa geri döneceğiz kalıcı değiliz fikri üzerine inşa edilen sosyal hayat, dini ihtiyaçları karşılayacak olan kurum ve yapıları oluşturma noktasında geç bırakmıştır. Ama ne zamanki aile birleşimleri ile Türkiye’deki eş ve çocuklar getirilmeye başlanmış o tarihten itibaren foyer altlarında veya çalışılan fabrika ve benzeri iş yerlerinin kıyısında köşesinde tenekeden yapılmış yapıların dini ihtiyaçları karşılayamayacağı gerçeği kendisini hissettirmeye başlamıştır. Ve doksanlı yıllardan itibaren cami olarak kullanılmak üzere bir takım yerler ve binalar alınmış bunları finanse edecek yapılar oluşturulmaya başlanmıştır.
Lakin bu noktada diğer bir konu, bu yapılar oluşturulurken belirli yerlerde ve çevrelerde bu iş, cemaat ve özel dini gruplar tarafından üstlenilmiş yada onlar devreye girerek bu ihtiyacı karşılama konusunda etkin olmaya çalışılmıştır. O yıllarda özel dini gruplar ve cemaatlerin din algılaması yada din anlayışı birebir “din” gibi kabul edilmiştir. Zira bunun doğruluğunu test edip değerlendirecek alt yapı eksikliği en üst seviyededir. Ve bu eksiklikte bugüne kadar ulaşmış olan bir konudur. Avrupa’da bazı dini grup ve cemaatlerin nasıl bu kadar yaygın olduğu ve hüsnü kabul gördüğü de bu eksende değerlendirilebilir. Çünkü ilk kuşakta dini olan veya dine ait olanla dini olmayanı ayırt edebilecek bir dini kültür oluşmamıştır. Onun için spor salonunda devlet kurma tiyatroları gayet makul karşılanmış ve hatta inanılmıştır. Bu yapılardan bir kısmının etkinliği hala devam etmekte kendi mülkiyetleri ve cemaatleriyle bir sivil toplum kuruluşu görünümü vermektedirler.
Az önce ilk kuşaktaki alt yapı eksikliğinden bahsettik. Nedir eksik olan? Eksik olan “din nedir?” Sorusuna verilemeyen cevaptan kaynaklanmaktadır. Bu gün, gelmiş olduğumuz bu seviyede bile ilk kuşağın “din” den anladığı sadece ve sadece dinin ibadet yönüdür. Din dediğimizde ilk ve tek aklına gelen ibadetlerdir. Hatta ve hatta dini sadece ibadetten müteşekkil bir yapı olarak değerlendirme anlayışı ağır basmaktadır. Dolayısı ile “dindar insan kimdir?” sorusunun cevabı da “ibadetlerini yapan insandır.” da başlamakta ve bitmektedir. Bununla alakalı yaşamış olduğum en çarpıcı örneklerden bir tanesi aslında hem ilk kuşağın din anlayışını hem de din görevlisine bakışını ifade etmesi açısından çarpıcıdır. Kutlu doğum programı için salonda çocuklara prova yaptırırken bir cemaatimiz: “Devlet hocayı buraya salonda program yapsın diye mi gönderdi? Camide namaz kıldırsın diye gönderdi.” Şeklinde açığa vurmaktadır. Ve işin daha tuhafı bu anlayış diğer kişiler tarafından onaylanmaktadır. Onun için ilk kuşak için en iyi din görevlisi sadece namaz kıldırma memurudur. Din sadece Camiinin dört duvarı arasında var olan bir konudur. Dinin diğer emir ve yasakları, getirmiş olduğu ahlaki kural ve kaideleri nerdeyse önemsiz kabul edilebilir. Din adına kabul ettikleri bir takım dogmaları vardır. Bu dogmalar “ Biz babamızdan böyle gördük, yada biz buraya geldiğimizde bizim köyün hocası vardı.” Şeklinde başlayan cümlelerle savunulur. Onun çocukluğundan kalan bir takım hikayeler vb. inanışlar nâs mesabesindedir. Kutsaldır.
Ama bütün bunlara rağmen şu hususu da göz ardı edemeyiz. Bu gün içerisinde bulunduğumuz camilerin neredeyse hepsi bu kuşağın fedakarlığı ve özverisi sayesinde alınmış ve ya yapılmıştır. Yada özel cemaat ve dernekler bugün bile varlıklarını bu kuşağın varlığı ve katkıları sayesinde sürdürmektedirler.
İkinci muhatap olduğumuz kesim ise ikinci kuşak yani Türkiye’de doğmuş aile birleşimi işlemi neticesinde belirli yaşlarda bu ülkeye gelmiş olan kişilerden oluşmaktadır. İlk kuşağın çocukları veya damat ve gelinleri olan bu kesim her ne kadar birinci kuşakla bağlantılı olarak gözükse de “din anlayışı” noktasında çok daha farklı bir yapı arz etmektedirler. Çünkü bu kuşak din noktasında biraz daha bilgili olmasına rağmen dinin işlevselliği hususunda birinci kuşağa oranla çok daha fazla gel-git ler yaşamaktadır. Kendi çocuklarının din eğitimi alması gerektiği kanaatini paylaşırken, dini kendi hayatına aktarma noktasında aynı oranda tutarlı gözükmemektedir. Yada dini olmazsa olmaz bir mefhum olarak değerlendirdiği halde dinin onaylamadığı bir takım davranışları da rahatlıkla ortaya koyabilmektedir. En basitinden; çalıştığı halde işsizlik parası alması gibi. Bu davranışı da çoğu zaman bir uyanıklık, akıllılık olarak değerlendirmektedir. Bir açıdan dine daha pozitivist yaklaşmaktadır. Din ihtiyaç duyulan alan da var olmalı ve kendisine bir menfaat temin etmelidir. Çocuklarının kendisine saygılı olmasını temin ediyorsa din güzeldir. Ama menfaati noktasında bir takım engelleyici hususları veya ilkeleri gündeme getiriyorsa; “artık hangi devirde yaşıyoruz?”dur. Genelde çalıştığı için cami ve din görevlisi ile bağlantısı şayet ekstradan bir şey yapılmıyorsa veya kendisine artı bir görev tevdi edilmemişse sadece hafta sonları, Cuma ve bayramlardır. Şayet camii lokali varsa; lokalde akşamları hizmet veriyorsa lokale uğramakta günlük yapılması gereken bir iştir.
Dini ameliyeler ve uygulamalar noktasında ise ciddi anlamda bir sıkıntı vardır. Mesela namaz, (Cuma namazı dahil) işte olmayan zamanlarda kılınır. Hacca belirli bir yaştan sonra gidilir. Çalışılan yaşlarda hacca gitmek sakıncalıdır. Ramazan Orucu şayet ramazan çok sıcak ve uzun günlere gelmiyorsa tutulmalıdır. Çalışma ibadeti yapıldığına göre diğer ibadetler ertelenebilir. Ama bununla beraber din görevlisi yinede bir şeyler yapmalıdır. Kendisi katılmasa da bir takım faaliyetlerin yapılması gerektiği kanaatini taşımaktadır.
Onun içinde faaliyet alanı olarak bir çok şey yapılmalıdır. Her türlü kültürel ve dini etkinlik güzeldir. Lakin hepsi belirli bir yere kadar olmalıdır. O belirli yerde genelde kendi kişisel menfaatlerinin başladığı noktadır. Mesela çocuğuna herhangi bir dini içerikli programda görev vermenizi ister. Ama çocuğun bu görevi yapabilmesi için ebeveynin fedakarlık yapması gereken durumlar varsa problem başlamış demektir. Çocuğun her gün çalışmaya veya provaya getirilmesi gibi.
Diğer bir hizmet götürdüğümüz muhatap olduğumuz kesim ise bayan cemaatimizdir. Bayan cemaatimizin şayet çalışmıyorlarsa birinci ve ikinci kuşağı arasında din anlayışı noktasında fazla bir nüans yoktur. Din dediğimiz zaman, birinci kuşak erkek cemaatte olduğu gibi ibadet. İbadete ilaveten evlerde kur’an okutmak ve bir takım dini ritüellerin yerine getirilmesidir. Bayan cemaatimiz esasen en fazla üzerinde durulması düşünülmesi ve hizmet götürülmesi gereken alandır. Ama bu kesim şimdiye kadar nedense hep ihmal edilmiştir. Bayan cemaatimizin yaş ortalaması belirli bir yaşın üzerinde olmaların, büyük çoğunluğunun okur yazar dahi olmaması en çarpıcı problemlerden bir tanesidir. Kadınlarımızın da bir takım ön kabul ve yargılarını da ülkemizdeki köy ve kasabalarından ithal etmiş olmaları da hizmet götürmeyi zorlaştıran alanlardan bir tanesidir. Nedir bu ön yargı veya kabuller? Kadının sesi erkeğe haramdır. Din Görevlisi erkek olduğu için konuşulmaz, soru sorulmaz. Hatta erkek din görevlisi direk kadınlara yönelik bir faaliyet yapıyorsa katılınılmaz. Ne gibi? Bayanlara Kur’an-ı Kerim yüzünden okuma kursu düzenliyor veya sohbet programı düzenliyorsa bile. Sohbette kendisi hiçbir şey konuşmayacak olmasına rağmen sadece dinleyecek olmasına rağmen. Ama aynı kadınlar, pazarda, sokakta, markette veya kısa süreli çalıştığı iş yerlerinde isminin veya görevinin önünde “din” ön eki olmayan kişilerle konuşması, muhatap olması nedense haram veya günah değildir. Dini gün ve geceler bayanlarımız tarafından erkeklere nazaran daha sıkı takip edilir. Hatta dini olan bazı kabuller, din olarak görülür, kabul edilir.
Çalışan bayanların dini hayatı veya din görevlisi ile olan iletişim veya diyaloğu çok daha zayıftır. şayet öğrenci velisi ise camii ve din görevlisi ile tek bağlantı noktası odur. Birde cenaze veya nikah gibi işlemlerde din kendisini hissettirir. Ve dine ait bir takım görüntüler görür. Bu konuda yapılması gerekenler ilerde tekrar ele alınacaktır.
Din görevlisini muhatap olduğu son kesim ise üçüncü kuşak dediğimiz çocuklardır. Çocuklardaki temel din algılaması, hafta sonu tatilini çekilmez hale getiren cami kurslarına gidiliyor olunmasıdır. Din denildiği zaman aklına ilk gelenler; “Elif Cüzü, Ezberlediği Dualar, Camii, Hoca…” kavramlarıdır. Çocukların dini konularda ki en ciddi sıkıntılarından bir tanesi çocukların korumacı bir anlayışla yetiştirilmeleri neticesinde, neye inanıp, neye inanmayacakları konusunu bilmemeleridir. İlk göreve geldiğim zamanlarda, çocuklara yönelttiğim: “Hz. İsa’ya inanıyor musun?” sorusuna; “hayır inanmıyorum. O Fransızların inandığı bir şey.” Cevabı veya: “Hz. İsa’yı tanıyor musun, kimdir Hz. İsa?” sorusuna “ Hocam bana ne Hz. İsa’dan, ben ona inanmıyorum. Ben Fransız mıyım? Şeklinde aldığım cevaplar dumura uğradığımızın resmidir. Ve bu husus sadece kendi görev yaptığım bölge veya çevre ile alakalı değil gezip gördüğüm ve gözlemlediğim diğer arkadaşlarımızın görev yaptığı tüm bölgeler içinde genel geçerliliği olan bir konudur. Aynı sıkıntı İncil’le ilgili de vardır. Hatta İncil hakkında araştırma yapması için görev verdiğimiz öğrencilerimizin, velileri tarafından engellendiği de göz ardı edilmemesi gereken bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Temel olarak bütün bu kuşakların ve kesimlerin dini algılamadaki temel problemin eğitim eksikliği olduğu gerçeği kendisini en ciddi anlamda kabul ettirmektedir. İlk kuşakla başlayan bu eğitim eksikliği yansıması farklı da olsa diğer kuşaklarında “ din anlayışına” etki eden en önemli unsur olduğunu gözlemlemekteyiz.
Eğitim eksikliğine ilaveten emsallerine göre fazla kazanmanın getirmiş olduğu psikolojik durumda eklenince ortaya temel haramlara meyilli bir toplum yapısı çıkmaktadır. Aşırı israf, aşırı lüks yaşantı arayışı, özenti içerisinde hareket etme, rol model eksikliği gibi problemlerde dini yetersizliği daha görünür hale getirmektedir. Ayrıca İki bin yılından önce bazı sivil oluşumların din adına insanlara maddi açıdan zarar vermiş olması insanların dinle ve din adına konuşan insanlarla arasına mesafe koymasına da neden olmuştur.
Dini eğitim eksikliğini gidermek için neler yapılabilir? İlk kuşağın eğitilmesi hususu biraz daha yorucu ve zaman alıcı bir konudur. Bu kuşağa din eğitiminin hissettirilmeden verilmesi gerekmektedir. Hissettirilmeden eğitim verilebilir mi? Verilebilir. İhtiyaçtan hareket etmemiz lazım. Zira bizim vaaz, camii dersleri veya hutbe olarak uygulamaya çalıştığımız bütün örgün eğitim çabaları, Fransa’ya gelirken beraberinde getirdikleri, “köyün imamının söyledikleri veya babalarından gördükleri” ön yargı ve yanlış bilgi duvarına, kalkanına çarpıp geri dönmektedir. Onun için hissettirmeden ihtiyaç odaklı eğitim. Vakit namazlarından önce yapacağımız, “Sorusu olan var mı?” şeklinde onların ihtiyaç duydukları soruları sordurarak zihin dünyalarını eşelemek ve zihin dünyalarında yıllardır özenle saklamakta oldukları bazı bir takım fikir ve kabullerin yerine doğru bilgiyi ilga etmek. Ama bu bir seferde yapılıp başarılacak bir şey değildir. Uzun bir süreç alır. En önemlisi de din görevlisinin önünde herhangi bir kitap vs… olmaması gerekmektedir. Zira önünüzde kitap olduğu zaman şöyle bir psikolojik savunma sistemi devreye girmektedir. “ Bizim köyün hocası kafadan konuşuyordu, o daha derin hocaydı daha alimdi canım.”
Bir de ilk kuşakta ağırlıkta olan özel cemaat ve dini gruplara olan zihni meyil, anlattığınız konunun o terazide tartılmasını da beraberinde getirdiği için direk bu cemaat ve grupları hedef alır şekilde, “ falanlar yanlış yapıyor” şeklinde kesinlikle olmamalı. Daha yumuşak ve muallakta bir üslupla kişinin kendi iç dünyasında onun muhasebesini yapması sağlanmalıdır.
İkinci kuşakla ilgili din eğitimi eksikliğinin giderilmesi ve din anlayışında ki çarpıklığın giderilmesi için yapılması gereken onlara daha özel bir dairede zaman ayırmaktan kaynaklanmaktadır. Genelde yaşları 25-45 yaş aralığın da olan bu kesim için camii dışında doğrudan onlara hissettirilerek bir din eğitimi verilmesi gerekmektedir. Yalnız bu ilk başlarda çok zorunlu bir süreci beraberinde getirmekte, din görevlisinin frekans uyuşmazlığı sebebiyle kesintiye, hatta ve hatta başarısızlığa uğramaktadır. Yapılabilecek uygulamalardan bir tanesi, bu kuşağa özel program yapmaktır. Ne gibi? Hafta sonları sohbet programı gibi. Bu programın çeşitli sportif ve sosyal faaliyetlerle desteklenip zenginleştirilmesi gerekmektedir. Bu yapılırken şu yanlışa da düşülmemelidir. “Ben falan gün lokalde sohbet yapıyorum, gelin dinleyin.” Bu yaklaşımla hareket edildiği zaman çok beklersiniz. Ne yapılması gerekir? Bu kuşak kahvede mi, kahveye. Bowling salonunda mı, bowling salonuna. Barda mı, bara. Vb… Din görevlisi gidebilmelidir. Yanlış anlaşılmasın, bunu derken sadece bu gidiş, ortak bir frekans yakalamak ve muhataplarımıza nerede olurlarsa olsunlar değer verdiğimizi göstermek fikri üzerine kurulmalıdır. Bu sayede onlarla mesai ortaklığı kurulabilir. Tabii bu şekilde bir din hizmeti götürme anlayışı da “namaz kıldırma memurluğu”, “kıldır beşi kurtar maaşı” yada “memur mesaisi” zihniyeti üzerine inşa edilemez. İlk zamanlarda din görevlisinin bu gidişleri, bu uygulaması ilk kuşak tarafından çok acımasızca da eleştirilebilir. Takılmamak gerekir.
Gelelim kadınlara nasıl din eğitimi verilecek? Aklımızın bir kenarına “Taşıma suyla değirmen dönmez.” Ve “ Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz.” Atasözlerimizi yazalım. Kadınlara din eğitimi bizzat din görevlisi tarafından verilmesi gerektiğine inanıyorum. Şimdi yurt dışında bayanların eğitimi noktasında yaptığımız temel iki yanlış var. Birincisi işi merkezden gelecek bayan hocalara havale etmek. Gerek Fransa’ya gerekse diğer Avrupa ülkelerine Başkanlığımız bayan din görevlisi gönderiyor. Mesela Fransa’da yüz elli din görevlisine karşılık sadece üç tane bayan din görevlisi var. Üç bayan din görevlisi elli beş- altmış civarında dernek bölgesinde hizmet vermeye çalışıyor. Her bayan görevliye ortalama yirmi civarında dernek düşüyor. Bayan görevliler her gün bile aralıksız görev yapmış olsalar bir derneğe en erken üç haftada sıra geliyor o da bir saat veya iki saat. Kaldı ki bu merkeze uzak mesafedeki dernekler içinde mümkün olmadığına göre ilk eğitim faaliyetinden sonra ikinci defa bayan hoca derneğe gelene kadar bayan cemaat, bayan hocanın yüzünü unutuyor.
Bayan görevlinin muhataplarının sosyolojik durumunu bilmemesi veya tanımaması da göz önünde bulundurulursa ortaya çözümden daha ziyade sorunda çıkabiliyor. Esasen iş yapılıyormuş gibi gözükse de iş neticeye geldiği zaman öyle olmadığı daha net anlaşılabilir. Şimdi aklımızın bir köşesinde bulunan “Taşıma suyla değirmen dönmeyeceği” atasözümüzü hatırlamanın zamanıdır. Onun için her din görevlisi, bayanlara sohbet yapılacaksa bizzat kendisi yapmalıdır. İkinci yanlış ise işi eşine veya varsa kızına havale etmek. Bu da sakıncalı bir durumdur. Eş veya kız Kur’an öğretiminde elbette ki eşine yardımcı olmalı. Ama iş din eğitimine veya dini bilgilendirmeye geldiği zaman sorumluluk alacak kişi bizzat din görevlisi olmalıdır. İkinci atasözümüzü de dağarcımızdan çıkarıp önümüze koyalım. “Elden gelenin öğün olmayacağı.” Çünkü din görevlisi ile eşinin pedagojik formasyonu aynı değil, velev ki aynı bile olsa, tecrübesi, aynı bayanın eşiyle ve çocuklarıyla da muhatap olması dolayısı ile aynı probleme yaklaşımı elbette ki farklılık arz edecektir.
Çalışan ve bizimle sadece cenaze, nikah ve öğrenci vesilesi ile muhatap olduğumuz bayanlarsa merkezde taşınan bayan görevlilerle hiç tanışamamaktadır. Din görevlisinin cenaze, nikah vb. özel zamanlarda bu kesimle muhatap olacağı bilinci ile hareket etmeli ve konuşmasını hazırlığını ona göre yapmalıdır.
Çocuklara din eğitiminin nasıl verileceği konusuna gelince ise her şeyden önce hedefimizi doğru belirlememiz gerekmektedir. Hedef tribünlere oynama olmamalıdır. “Görüntü veriyorum o halde varım.” Anlayışından “ eğitiyorum o halde var olacağım.” Anlayışına geçmemiz gerektiğidir. Maalesef çocukların eğitimi konusunda tribünlere oynama veya görüntü verme anlayışı çocuklarımızı neye inanmaları gerektiğini de bilmeme noktasına getirmiştir. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, peygamberlere inandığını zannettiğimiz çocuklar Hz. İsa’yı ve İncil’i öteki olarak hatta ve hatta düşman olarak görmektedir. Çünkü ailesi çocuğu büyütürken, tamamen içe kapalı bir korumacılık anlayışı ile hareket etmiş çocuğunun “Müslüman” sıfatından başka bir sıfatla nitelendirilmesinden korkmuştur. Bu korumanın neticesi çocuk artık “musulman” dır ama nelere inanması gerektiğini bile bilmemektedir. Çocuklara sadece Kur’an öğretip bazı program ve kutlamalarda ilahi söylemesini sağlamak yerine sağlam bir inanç oluşturulma yoluna gidilmelidir. Çocuğunun ilahi bilmiyor olması babasının hoşuna gitmese de İnandığı inanç ilkelerini bilmesi İnandığı Allah’ın hoşuna gidecektir kanaatindeyim.
Eğitim eksikliğine ilaveten beraberinde ortaya çıkan diğer problemlerin çözümü hususunda din görevlisinin iyi bir rol model olması, muhatabının parası veya zenginliğiyle ilgilenmediğini bütün gayretinin din eğitimi verebilmek olduğunu, lisan-ı hâli ile ortaya koymalıdır. Çünkü onun zihin dünyasında din adına konuşan herhangi bir kimse birazdan kendisini bir holdinge ortak yapabilecek bir potansiyele sahiptir. Bunu aşmak için şu gerçeğinde dikkate alınması ve sık sık vurgulanması gerekmektedir. Bir, din görevlisinin maaşını devlet veriyor. Size maddi açıdan herhangi bir ihtiyaç duymamaktadır. İkincisi din görevlisi yapmış olduğu hacc ve umre kayıtlarından, vekaletle kurban kayıtlarından herhangi bir yüzde almamaktadır. Tamamen muhataplarının dini vazifelerini yapabilmeleri için fedakarlık yapmaktadır.
Hasılı yurt dışında din görevlisi olmak ve din eğitimi vermek fedakarlık gerektiren ve iyi çalışılmış iyi hazırlanılmış olunması gereken bir süreçtir. Bunu söylerken Türkiye’den gelirken aşırı konsantre olma durumu yada aşırı idealize olma durumu da, neticesi hayali inkisarla neticelenebilecek bir kapıyı aralamak olacaktır. Yurt dışında görev yapacak olan din görevlileri, doğru din anlayışının yerleşmesi için bir takım riskleri alması gerekmektedir. Onun bunun uydurduğu din anlayışından, Allah’ın buyurduğu, Hazreti Peygamberin duyurduğu dinin eğitiminin verilmesi gerekmektedir. Dini anlatmakla görevli kişilerin donanımının yeterli olmasının yanı sıra sahayı bilmesi ve tanıması da gerekmektedir.
Tabii tüm bunları söylerken dini öğrenme, yaşama gayreti içerisinde olan vatandaşlarımızın hakkını yememek ve yapmış oldukları maddi ve manevi fedakarlıkları da inkar etmemek gerekmektedir. Toplumun genel kesiminde bir sıkıntı vardır. Ama bu sıkıntıların farkında olarak din görevlisine yardım edebilme, din hizmetlerinin önünü açabilme gayretinde olan vatandaşlarımızın da hakkını teslim etmemiz gerekmektedir.
Mehmet TOKER
Din Görevlisi PARİS