RAMAZAN AYININ KAZANIMLARI
Yüce Allah’a karşı kulluk sorumluluğumuz sadece Ramazan ayına mahsus değildir. Dinimizin emir ve yasakları mevsimlere göre değişen, şekillenen, mevsimi geçince çıkarılıp bir kenara bırakılan elbiseler gibi değildir. Bunun için Ramazan ayı boyunca aksatmadan yerine getirdiğimiz ibadetlerimizi devam ettirmeliyiz. Terk ettiğimiz kötü alışkanlıklara, günahlara tekrar geri dönmemeliyiz. Ramazan-ı Şerif’e gösterdiğimiz saygıdan dolayı birtakım kötü alışkanlıkların terk edilmesi ne kadar sevindirici ise, Ramazan bitince günahlara ve kötülüklere tekrar dönülmesi de o kadar üzücü ve düşündürücüdür.
Bilindiği gibi insanın maddi ve manevi ihtiyaçları vardır. Vücudumuz maddi gıdalarla beslendiği gibi ruhumuzun da manevi gıda olan ibadetlerle devamlı beslenmelidir. Nasıl haftada bir defa veya yılda sadece bir ay yiyip içmek suretiyle bedenin maddi ihtiyaçları karşılanmıyor ise, haftada bir Cuma namazı kılmak veya yılda sadece Ramazan ayında ibadet etmekle manevi ihtiyaçlar da karşılanmaz olmaz.
Dolayısıyla Ramazan ayında kazandığımız bir takım iyi huylar ve güzel amelleri hayatımız boyunca devam ettirmeliyiz. Zira ömrün en hayırlısı, ibadetlere sabır göstererek Yüce Allah’ın rızası doğrultusunda sürdürülenidir. Kadın erkek tüm mü’minler büluğ çağından son nefesine kadar Yüce Allah’a ibadet etmekle yükümlüdürler.
Nitekim Cenab-ı Hakk’ın
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَقٖينُ
“Ölüm sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et” (Hicr:15/99) emri bunu ifade etmektedir.
RAMAZAN NELERİ DEĞİŞTİRİR
(Mehmet PAKSU, Dünden Bugüne Tercüman, 15.10.2004)
Bugün dünyanın dörtte biri ortak bir ibadet olan oruç ibadetinin son cuması için camilere toplandı. 1,5 milyar Müslüman sahura kalktı ve Ramazan ayının sonuna ulaştı.
Fakiri zengini, kadını erkeği, yaşlısı genci ortak bir sevinci paylaştı. Sadece Allah'ın emri olduğu için oruç tutuyor.
O "Yeme!" dediği için yemiyor, O "Ye!" deyince de iftarını yapıyor.
Bir ay boyu haramı terk ettiği gibi, helale de el sürmüyor, ağzına almıyor, yemiyor, içmiyor. Her zaman istediği gibi hareket etmeye alışmış olan nefis emir dinlemeyi öğreniyor; kulluğun farkına varıyor.
Çünkü yediğimiz, içtiğimiz, istifade ettiğimiz, sahip olduğumuz hiçbir nimet gerçek anlamda bizim değil. Hepsi Ondan geliyor ve Onun mülkü. Beden de Onun, ruh da; hayat da Onun, duygularımızın tamamı da...
Böylece oruçla birlikte maddi ve manevi bütün varlığımız hakiki mülk sahibinin emrine giriyor. Ondan geldiğimizi ve tekrar Ona döneceğimizi anlıyoruz.
***
Nimetin gerçek sahibini bilmek, nimetin değerini ortaya çıkarıyor. Sadece ve sadece nimeti Verene minnet duyma özgürlüğünü hissettiriyor. Kula kul olma, maddeye esir olma, hazlarının peşinde sürüklenme gibi tehlikelerden kurtuluyor. Böylece gerçek şükrün tadına varıyoruz.
Ramazan'la birlikte her zaman elimizin altında hazır duran ve herkesin imkânı dairesinde olan birçok nimetin önemi ve değeri artıyor. Şayet susuzluktan dilimiz damağımız kurumuşsa, bir bardak su bizim için dünyalara bedel oluyor. Açlıktan midemiz kıvranıyorsa bir lokma sıcak pide burnumuzda tütüyor ve bütün nimetlerin önüne geçiyor.
Böylece su sıkıntısı ve açlık acısı çeken insanların acı hallerini bizzat yaşıyoruz. Ve sonuçta içimizdeki yardımlaşma duyguları canlanıyor.
***
Ramazan ayı girer girmez kulluk bilinci bütün yönleriyle devreye giriyor. Bir kul olarak her zaman ve her fırsatta Allah'a olan ihtiyacımız öne çıkıyor.
Gün boyu aç ve susuz duran insan, halsiz ve mecalsiz kalıyor, takatini ve gücünü kaybediyor; âciz, zayıf ve her şeye muhtaç bir varlık olduğunun farkına varıyor.
Sonunda da kendisini kudreti sonsuz bir Kadîr'in, nimeti sonsuz bir Rezzâk'ın, merhameti sonsuz bir Rahîm'ın huzurunda ve önünde hissediyor. Kul olmanın zevkini ve keyfini yaşıyor.
***
Ramazan başlı başına bir nefis eğitimidir, bir ruh dinginliğidir, bir kalb ferahlığıdır ve bir vicdan huzurudur. Gençliğine, servetine, gücüne, imkânına, makamına ve mevkiine güvenen insan oruçla buluşunca, Rabbiyle beraber oluyor; sonuç itibariyle de şeytanın ve nefsin elinden yakasını kurtarıyor, kendini rahmetin eline teslim ediyor. Çünkü gün gelir, gençlik de gider, dinçlikte; mal da biter, imkânlar da; makam mevki de elden çıkar, servet ve gelir de...
Ama bitmeyen, tükenmeyen, her zaman hazır ve nâzır olan, elini açtığında huzurunda, kalbini yönelttiğinde içinde ve yanında hissettiği bir Rabbi var. O her şeye bedel ve her şeye yeter. Diğerleri bitse de, tükense de, kaybolsa da, O her zaman var ve bâkîdir.
Böylece oruçlu insan, günün bütün saatlerinde doğrudan doğruya Rabbiyle birlikte olur, beraber olur, hep Onunla bulunur.
***
Oruç sadece mideyle alakalı bir ibadet değildir. Mideyle birlikte diğer aza ve duyguların da oruçlu olması lazım ki, mükemmel bir oruç tutulmuş olsun. Dil, göz, kulak, kalb, hayal ve fikir gibi duygular da oruca başlamalı. Dil, yalandan, gıybetten ve kötü sözlerden uzak durmalı; zikir, tesbih ve Kur'ân'la meşgul olmalı.
Göz kendine hâkim olmalı, her olur olmaz görüntülere bakmamalı, her şeye ve her olaya ibret bakışını göndermeli. Kulak kendini koruma altına almalı, kötü ve çirkin söze itibar etmemeli; bunun yerine güzel, faydalı ve sevaplı sözleri dinlemeye çalışmalı.
Kalp ve hayal gibi duygular da iyiye, güzele, hayra ve sevgiye yönelmeli. Böylece hem kendisi rahat etmeli, hem de başkalarının rahatını temin etmeli.
Bu şekilde Ramazan, bir beden ve ruh bütünlüğü içinde yaşanırsa, ülkeye ve dünyaya sevgi ve barış mesajları yayılır.
Eviniz Kendinizin mi?
Meltem Erdem, “Eviniz Kendinizin Mi?”, Altınoluk Dergisi, Ekim 2002, Sayı:200, s.54
“Eviniz kira mı, yoksa kendinizin mi?” İnsanlar birbirleriyle tanıştıktan sonraki safhalarda; bir yerlerde bu soru bir şekilde geçer. Herkesin hayallerinde iyi bir ev sahibi olmak olur genelde. Nitekim Peygamberimiz (s.a.)’in hadîs-i şerifiyle de kişinin geniş bir eve olan ihtiyacı teyid edilmiş bir husustur.
Son bir ay içerisinde kiralık ev arayıp tutma meseleleriyle hemhâl olduğumuzdan dolayı; bunun bana çağrıştırdığı farklı boyutları sizlerle paylaşmak istiyorum. Sayısını hatırlayamayacağım pek çok ev dolaştım ve ev sahipleriyle görüştüm.
Dikkatimi çeken ilk husus, insanımızın kul hakkı anlayışının ve buna bağlı olarak birbirlerine olan güvenlerinin inanılmaz derecede yaralanmış olmasıydı.
Ev sahiplerinin son derece tedirgin olması, yüksek meblağda istedikleri depozitoların en haklı gerekçesi haline geliyordu. Başlarına gelen ya da çevrelerinden duydukları deneyimler havsalaları zorluyordu.
Kiracıların eve verdikleri akıl almaz zararlar, insanımızın ne derece özünden ve islâmî kimliğinden uzaklaştığının acı göstergeleriydi. Bir ev sahibi aynen şunları söylemişti: Bu evi kendim oturmak için özene bezene yaptırmıştım. Fakat kiraya vermem icâb etti.
Artık bu evdeki her şeyi gözden çıkarmak zorundayım. O yüzden depozitoyu yüksek istiyorum. Gözden çıkarmak; yani insanlığın hatırı sayılır yüzdesine güveni kaybetmek...
Ecdadımızdan, düşmanlarına bile parmak ısırtan Osmanlı toplumundan bugüne, bozulan ve zedelenen değerlerimizin bir yönü bu. Kul hakkı için kalbi titreyen, hayvanı komşusunun bahçesine girdi diye değişim müddetince sütünü komşusuna veren nesil nerede?... Evin parkelerinin üzerinde sigara söndüren, savaştan çıkmışcasına tahrip etmeyi vicdanına sığdıran nesil nerede?...
Evi tutarken imzaladığımız kontrat da beni farklı boyutlara götürdü... Aldığımız emanetin vasıflarını bozmadan teslim edemezsek depozitoyu geri alamayacaktık... Sıfır olarak teslim edilmiş şeylerse özellikle belirtilmişti. Ya bizim sahip olduğumuz diğer sayısız emânetler? Rabbimiz bize hepsini tertemiz vermiş; yani sıfır olarak... Kalbimiz, zihnimiz, midemiz, diğer âzâlarımız, evlâtlarımız ve hayatımız meselâ... Mükellef oluncaya kadar günahsız olan hayâtımız...
Diğer emânetler de, Rabbimizin kendisini temsil edecek halifesine, esmhaü’l-hüsnâsını en güzel bir şekilde yansıtabilecek kapasiteye sahip olarak donatılmış.
Peki, bizler bu emânetlerin “emânet” vasfını ne kadar sıklıkla hatırlayabiliyor, tertemiz muhafaza edebilmek için ne kadar özen gösterebiliyoruz? Ya bu emânetleri amacından saptırdığımız derecede zarar görecek olan ebedî yurdumuzun endişesi ne kadar yer ediyor gönlümüzde? Ve bize müsahhar kılınan muhteşem kâinâtın yegâne sahibinin rızâsına muhâlif adım atmaktan ne derece çekiniyoruz hayat rotamızı belirlerken?
Kirâcılığımız boyunca, yüzümüz kara çıkmasın diye, çıkarken ev sahibine göstereceğimiz evi elimizden geldiğince muhâfaza ediyoruz. Ya dilimizin susup âzâlarımızın konuşturulacağı günün bilinci, hayat maratonundaki hareketlerimizde ne kadar belirleyici rol oynuyor?
Bir diğer boyut da kiracı olarak oturduğumuz eve bakış açımız; emanet gözüyle bakmaktan kendimizi alıkoyamayışımız. Sahiplenemiyoruz.... Kendi evimiz diye kalıcı düşünemiyoruz kendimizi...
Bir misafire benziyoruz. Sahip olacağımız ev süslüyor hayallerimizi... Halbuki sahibi olunan evlerde birer misafirhâne değil mi? Hani bir adam, bir evin önünde oturan çocuğa “şu misâfirhânede birkaç gün kalabilir miyim?” diye soruyor da; çocuk da orasının bir misafirhâne değil kendi evleri olduğunu söylüyor.
Adam da çocuğa evin kimden kaldığını soruyor. “Dedemden” cevabını alınca ona kimden kaldığını soruyor. “Ona da babasından” cevabından sonra; öyleyse bu ev misâfirhâne değil de nedir? diyerek çekip gider. Bu hikâye olsun,
“Mal sahibi, mülk sahibi; hani bunun ilk sâhibi?
Malda yalan, mülk de yalan; var biraz da sen oyalan!...”
mısraları olsun, hep bilegeldiğimiz şeyler. Ama yine de öylesine hummâlı bir telâş içerisine giriyoruz ki, çoğu zaman; fâni dediğimiz dünyaya bâkiymiş muâmelesi yapıyor; uğruna kardeşliklerin, dostlukların tehlikeye düştüğü bir mevkiye yerleştiriyoruz...
Ebedî yurdumuzun ve mevkîmizin hayâlini kurup konsantre olmaya, buna göre hayatımızı yönlendirip seviye yükseltmeye ise adeta fırsat bulamıyoruz (!)...
Rabbimiz çevremizdeki sinema perdesi misâli tüm varlıklara, orada tecellî eden görüntüleri ve ardındaki hikmetleri görmeye çalışarak bakmayı nasip etsin. Cümle emânetlerin hesâbını yüz akıyla verenlerden eylesin. Âmin...
ŞEVVAL AYINDA ORUÇ TUTMAK
Ramazan ayından sonra Kameri aylardan Şevval ayı gelir. Şimdi bizler Şevval ayı içindeyiz. Şevval ayı Ramazan bayramıyla başlayan bir aydır. Bu ayda Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hiç terk etmediği altı gün oruç vardır.
Hz. Eyyüb el-Ensarî’den rivayetle Peygamber (s.a.s.) Efendimiz:
"Bir kimse Ramazan ayı orucunu tutar ve ona ilaveten Şevval ayında altı gün oruç tutarsa bütün bir seneyi oruçla geçirmiş gibi olur" buyurmuştur.
Müslim, Sıyâm 204, (1164); Tirmizi, Savm 53, (759); Ebu Dâvud, Savm 58, (2432)
Bu hadis, Ramazan-ı Şerif ayından sonraki Şevval ayında altı gün oruç tutmayı teşvik etmektedir. Böylece, bir yıllık oruç tutmanın sevabı vaad edilmektedir. Bunu her sene böyle yapan da ömür boyu oruç tutmuş gibi olur. Ramazan orucundan sonra Şevval ayında da altı gün oruç tutmakla, bütün sene oruç tutmuş gibi mükâfat verilmesi, yapılan ibadetler ve taatler on misli katlandığı içindir.
Çünkü Cenab-ı Hak:
~~6.160~
مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَا وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزٰى اِلَّا مِثْلَهَا وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
“Her kim hayırlı bir işle gelirse, kendisine, onun on misli sevab vardır.” (En’am, 6/160) buyurmaktadır. Öyle ise tutulan oruç on ay yerine geçer. Altı günün on misli de altmış gün yani iki ay olur, ikisini toplarsak, hepsi 360 (üç yüz altmış) eder. Ki, miladi-şemsi takvime göre sene 365 gündür.
Yani bu müslüman, 365 günün 360’ını oruç tutmuş olarak geçirecek. Niye 365 değil de 360 denilirse, cevabı şudur: Çünkü bu beş gün bayram günleridir. Bir gün Ramazan, diğer dört gün de Kurban Bayramıdır. Bu beş günde oruç tutmak haramdır. Yüce Allah’ın katında her şey bir ölçüye göredir.
Demek oluyor ki, Ramazan ayında orucunu tutup, Şevval ayında da altı gün oruç tutan bir Müslüman senenin tamamında oruç tutmuş sayılacaktır. Bu orucun meşru kılınmasındaki sır şudur: Ramazan ayının peşindeki oruç, farz namazların peşinden kılınan sünnet namazları gibidir. Nasıl ki bu sünnetler, farzlardan olması muhtemel kusurları telâfi ediyorsa, Şevval ayında tutulan oruç da Ramazan orucunda bulunması muhtemel kusurları telâfi eder. Ayrıca oruç ibadetinden usanılmadığı da ifade edilmiş olur.
Şevval ayında altı gün oruç tutmak müstehaptır. Zira Sevgili Peygamberimiz bu günler de hem oruç tutmuşlar ve hem de tutulmasını tavsiye etmişlerdir. Bu oruçların bayramın hemen arkasından peş peşe tutulması daha faziletli olmakla birlikte ay içerisinde aralıklı tutmak da mümkündür. Kaza ve adak oruçlarının bugünlerde tutulmasıyla da aynı sevap elde edilir. (İlmihal, İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi Yayınları, İstanbul, 1998, c.1, s.386.)
İçinde bulunduğumuz Şevval ayında mutlaka bu orucu tutmaya gayret gösterelim. Bu oruç, bizler için bir müjdedir. Bu fırsatı kaçırmayalım ve iyi değerlendirelim
YAZIK OLDU BU RAMAZAN’DA
Yazık oldu bu Ramazan’da
-Nefsine yenik düşenlere
-Dünya heves ve arzularına kapılıp Ramazanı değerlendiremeyenlere
-Şeytana yakasını kaptırıp Rabbine boyun bükemeyenlere
-Günahların pençesinden kurtulup Rabbin divanına varamayanlara
-Düşmanlığı dostluğa dönüştüremeyenlere
-Malını her türlü kirden, haramdan, faizden arındırıp temizlemeyenlere
-Zenginliğinin şükrünü eda edemeyip malının hırsına yenik düşenlere
-Kötü huylarını, zararlı alışkanlıklarını terk edemeyenlere
-Kardeşlik bağlarını güçlendiremeyenlere, sorumluluklarını hatırlayamayanlara
-Güzel ahlâkı, erdem ve fazileti şiar edinip kurtulma gayretinde olmayanlara
-Fitne, fesad, gıybet, dedikodu, yalan, iftira vb dilinin afatlarından kurtulamayanlara
-Hak sahiplerine gönül hoşluğu içerisinde ulaşamayıp sırtına yükler almaya devam edenlere
-Ramazanın feyzinden, bereketinden istifade edemeyenlere
RAMAZAN AYININ BİZE KAZANDIRDIKLARI
Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennem azabından kurtuluş olan Ramazan ayı (Buhari, Savm, 5.) ilâhi kazançların çok olduğu mübarek bir aydır. Bu ay bize çok şey kazandırmıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1. Öncelikle vakitlerimizi tanzim etti. Ramazan ayından önce sahurdan, iftar vaktinden habersiz, istediğimiz zaman yiyip içerken bu belli bir programa bağlandı. Yemeklerimiz artık belirli saatlerde yenir oldu. Buna en çok sevinen de hanımlarımız ve annelerimiz oldu. Çünkü diğer zamanlarda ayrı ayrı kurulan sofralar, Ramazan ayında ailelerin birlikte oldukları yegâne mekân haline geldi.
2. Oruç bize irademizin ne kadar sağlam olduğunu gösterdi. Sofra kurulmuş, üzerinde çeşit çeşit yiyecekler hazır olduğu halde, bizi onları yemekten alıkoyacak hiçbir şey olmadığı halde Allah’a olan saygımızdan, vakit girmeden elimizi sofraya götürmedik.
3. İbadetlerimizde bir düzen hâkim oldu. Günde beş vakit namazımızı cemaatle kılmaya devam ettik. Cemaat şuuruna vardık. Aynı safta, aynı kıbleye yönelerek bizleri yaratan Allah’ın huzurunda bir fâni kul olduğumuzu tekrar anladık.
4. Oruç tutanlar için özel bir cennetin hazır olduğunu ve bu cennete REYYAN adının verildiğini
(Buhari, Savm, Bed’ül Halk 9; Müslim; Sıyâm 166 (1152) öğrendik. Ahirette bu cennete, oruç tutanların gireceğini duyunca sevindik. (Buhari, Savm, 9; Müslim, Sıyâm 164 (1151) Bu mükâfata erebilmek için de gayretimizi artırdık.
5. Çoluk-çocuğumuzla birlikte aynı sofrada yemek yedik. Hele çocuklarımızın balkondan, pencereden, kapıdan, çatıdan minarelerin ışıklarının yanıp, ezan okunduğunun sevinçli haberini sofrada bekleyenlere iletmesinin verdiği sıcak havayı teneffüs ettik.
6. Teravih namazına giderek huşu içerisinde yirmi rekât namaz kılmanın sevabına inanarak ve mükâfatını yalnızca Allah’tan bekleyerek ibadet etmenin geçmiş günahlarımızı affettireceği müjdesini (Buhari, Salâtü’t-Teravih 1; Müslim, Salâtül-Misafirin ve Kasriha, 173 (759) almış olduk.
7. “Ramazan ayı münasebetiyle kapalıyız” diye meyhanesinin, içkili lokantasının camına ilân yapıştıranları, Ramazan ayına saygı gösterenleri gördük. Fakat bu yerlerin bayramda açılacağını düşününce, meyhanelerin sadece Ramazan ayında değil de daima kapalı olmasının ne kadar huzur verici olacağını düşündük.
8. Zekât ve fitrelerimizi ihtiyaç sahibi kardeşlerimize vererek, onların evlerinin de şenlenmesine vesile olmanın sevincini yaşadık. Fakir fukarayı gözeterek, onları da iftar sofralarımıza davet ettik. İftar ettirdiğimiz kişi veya kişilerin alacağı sevap kadar sevap alacağımızı da öğrendik. Üstelik bu sebeple tuttuğumuz orucun sevabından hiçbir eksilme olmayacağını da kavradık. (Tirmizi, Savm 82 (807); İbni Mâce, Sıyâm 45 (1746)
9. Ramazan ayında suç işleme oranlarının düştüğü, kavga, adam öldürme ve hırsızlık gibi suçların sayısında inanılmaz ölçüde bir düşüş olduğunu gerek gazetelerden, gerekse televizyonlardan öğrenince, her ayımızın Ramazan ayı gibi olmasını arzu ettik.
10. Kur’an ayı olan Ramazan ayında (Bakara Suresi, 2/185) hatim okuduk, mukabele dinledik. Daha da önemlisi Yüce Kitabımızı iyi anlamaya ve hayatımıza O’nu hakim kılmaya gayret gösterdik. En az bir defa Kur’an’ın tercümesini baştan sona okuyarak mânâsının da ne kadar hoş ve lâtif olduğunu gördük.
11. Ramazan ayından önce, sinirlendiğimiz zaman kötü sözler söylediğimiz de olabiliyorken, Ramazan ayında sâkin olmamız, orucu sadece mideye değil gözümüze, kulağımıza, elimize, ayağımıza ve dilimize de tutturmamız tavsiye edildiği için birisi yakışıksız bir lâf edecek veya kavga edecek olduğunda “Ben oruçluyum” (Buhari, Savm 2,9: Müslim, Sıyâm 164 (1151) dedik, kimseyle tartışmadık, kimseyi kırmadık.
12. Bazen dalgınlıkla, oruçlu olduğumuzu unutarak yedik, içtik. Oruçlu olduğumuzu hatırladığımız zaman hemen yemeyi ve içmeyi bıraktık. Ama orucumuz bozuldu mu bozulmadı mı diye bir endişeye kapılmadık. Orucumuzu tamamladık. Zira Allah’ın bizi yedirip içirdiğine (Buhari, Savm 26, Eymân 15; Müslim, Sıyâm 171 (1155) inandık.
13. İftar vaktini beklerken ne kadar da sevinçli oluyorduk. Bir an evvel ezan okunsa da dilimiz, damağımız, kuruyan dudaklarımız suya kavuşsa diye, dualarımızla beraber heyecanla bekliyorduk. İşte o anda Peygamber Efendimizin “Oruçlu için iki sevinç vardır. Biri iftar ettiğinde, diğeri de Allah’a kavuştuğu anda duyduğu sevinçtir” (Buhari, Savm 2, 9; Müslim, Sıyâm 164 (1151) sözünü hatırlıyor, Cenâb-ı Allah’tan bize iftar vaktinde duyduğumuz sevinci, O’na kavuştuğumuz zaman da yaşatmasını niyaz ediyorduk.
14. Gündüz bir şeyler yiyip içemediğimizden ağzımızda bir koku oluşuyordu. Fakat bu kokunun Allah katında misk kokusundan daha hoş kabul edildiğini Peygamberimizden öğrenince, (Buhari, Savm 2, 9: Müslim, Sıyâm 164 (1151) Yüce Allah’ın mü’minlere ne kadar çok değer verdiğini, bir defa daha kavradık.
15. Şeytanlar bu ayda zincirlere vurularak bağlandı. (Buhari, Savm 5, Bed’ül Halk 11; Müslim, Sıyâm 2 (1079): Nesâi, Sıyâm 5 (2102) Bize vesvese vermedikleri, kötülük telkin edemedikleri için de günah olabilecek şeylerden sakınıp hayırlı ve güzel davranışlarda bulunmaya daha fazla yöneldik.
16. Rasulüllah (sav)’in tavsiyesine uyarak sahur yemeğinin bereketinden(Buhari, Savm 20; Müslim, Sıyâm 45 (1095); Nesâi, Savm 18 (4/140,141)istifade etmek için kimimiz sahura kadar yatmadı, kimimiz biraz uyudu sonra kalktı ve sahur yemeğini yedi. Ehl-i Kitâba muhalefet ederek, onların oruçları ile bizim orucumuz arasındaki farkın sahur yemeği olduğunu hatırladık. (Tirmizi, Savm 17 (708)
17. Sahur ve iftarda yemeklerimizi yerken “Ya! İşte bunu bulamayanlar da var. Şükürler olsun. Allah bulamayanlara da versin” demek yerine gerçek şükür böyle olmalı diyerek fakirlere, yetimlere, kimsesizlere, yediğimizden yedirdik, giydiğimizden giydirdik. Onları da aklımızdan hiç çıkarmadık.
18. Mübarek Ramazan ayında oruç, iftar, sahur, teravih, vaaz, mukâbele, sadaka-i fıtır, itikâf nasıl mübarekse, bunların insanı nasıl mübarek yapabileceğini düşündük. Yani mübarek Ramazan ayında da, mübarek bir insan olmak için bu ayı çok iyi bir şekilde değerlendirmeye çalıştık. Bir aylık değil, ölünceye kadar mübarek olmaya çalışmak gerektiğini anladık.
19. Bazı televizyon programlarına bakarak, on bir ayın sultanı Ramazan ayının eğlence ayı değil, ibadet ayı olduğu fikri aklımıza iyice yerleşti. Ramazan ayının bir eğlence, şarkı, türkü, direkler arası eğlence ayı haline getiren bazı televizyonlara kendimizi kaptırmadık.
20. Ramazan vesilesiyle tebrikleşeceğiz, birbirimize dua ve mağfiret dileyeceğiz… Telefon ve tebrik kutlamalarıyla, teknolojinin imkânlarını kullanarak bilgisayarı ve cep telefonu olan sevdiklerimize mesaj göndererek, elektronik posta, elektronik kartlar yollayarak toplumsal dayanışmayı, kaynaşmayı, birlik ve beraberlik duygularını en zirve noktaya taşıyacağız.
Sonuç olarak bu mübarek ay bize, burada sayılamayacak kadar kazançlar sağlamıştır. Biz burada bir kısmına değinmeye çalıştık. Önemli olan Ramazan ayında kazandığımız güzel özellikleri, Ramazan ayından sonra da devam ettirmektir.
Unutmamalıyız ki, her günümüzü Cuma, her gecemizi Kadir, her ayımızı da Ramazan yapmak bizim elimizdedir. Yeter ki biz, bu mübarek zamanları en iyi şekilde değerlendirmesini bilelim.
Ne mutlu, Ramazan ayına ulaşıp, onun kıymetini bilene... Hakkıyla değerlendiren ve mükâfat olarak da bayrama ulaşanlara.... Ne mutlu!
Ramazan’ın Çağrısı
(Ahmet Taşgetiren, “ Ramazan Çağrısı”, Altınoluk Dergisi, Ekim, 2004, Sayı: 224, s. 3.)
Müslümanlığın temel beş şartından biri olan Oruç\'la hukukumuz nedir? Rasulullah (sa.) bunun çerçevesini çiziyor:
Buyuruyor ki:
-Aziz ve celil olan Allah buyuruyor: İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, onun mükâfatını ben vereceğim.
Demek Rabbimiz;
1. Oruca sırf Zatına yapılmış bir ibadet vasfı yüklüyor. Yani onu riya gibi ibadetin özünü değiştiren sapmalardan arındırılmış kabul ediyor.
2. Sonra orucun ecrini kendi sonsuz hazinesine bağlıyor.
Rasulullah'ın bir başka hadisi şerifinde, hem orucun bu “Zati” niteliği şerh edilmiş oluyor hem de Rabbin ikram edeceği mükâfatın çerçevesi...
-Kim inanarak ve karşılığını Allah'tan bekleyerek ramazan orucunu tutarsa geçmiş günahları affolunur. (Buhari, iman 28, savm 6)
İman ve ecri Allah\'tan bekleme karşılığında geçmiş günah yükünün sıfırlanması... İnsanın anasından doğduğu günkü kadar ak, berrak hale gelmesi...
Bu mutevayı pekiştiren bir hadisi şerif daha var:
-Allah rızası için bir gün oruç tutan kimseyi Allah Teâla, bu bir günlük oruç sebebiyle cehennem ateşinden yetmiş yıl uzak tutar. (Buhari, Cihad 36)
Bir tek gün, ama içini “Allah rızası” ile doldurabildiğimiz bir tek gün oruç tutabilirsek, 70 yıl, yani hani nerdeyse bir insan ömrü kadar zaman ateşten uzak kalacağız. Yani bünyemizde ateşin yakacağı günah tortuları bulunamayacak.
Muhyiddin Arabi hazretleri bütün bu çağrıların içinden bir öğüt çıkarır, der ki:
-Oruçlu iken günah işlemekten sakın. Çünkü o günah, orucun sevabını iptal eder. Oruç senin için değil Allah için tutulur. Öyleyse Allah Teâla kendisine ait olan bir işte seni hoşnut olmadığı şeylerde görmesin. Şu halde oruç tutarken en güzel hallerde ol ve en güzel işleri yap.
Oruçlusun, Allah seni, Zatına ait bir iklimde görmek istiyor ve sen yanlış işler üzeresin. Bu, oruçlu insana yakışmıyor... Orucun hakkını vermiş olmuyorsun. Oruç güzel, yani Allah'ın hoşnudluğunu kazanacak bir hayatın içinde olursa ahenk arzediyor ve orucun ruhani muhtevasıyla bütünleşmiş bir hayat, güzel bir hayat demeye layık oluyor.
Orucun bir kurtuluş çağrısı var.
Hani Ezanın “Hayye alel felah – Haydin kurtuluşa” çağrısı gibi...
“Geçmiş günahların mağfiret edilmesi...” bir külli arınma demek...
Her yıl, insanın önüne, Rahmanürrahim olan Allah Teâla, böyle bir arınma fırsatı sunuyor. Kirlerini yıka, yüklerini dök, Rabbin yoluna gir ve öyle yürü...
Bu çağrılara, ancak İslam'ın vadettiği – tanımladığı külli mağfireti, kurtuluşu, felah'ı önemseyen insanların kulak kesileceği açık. Günahı günah bilen, yani günahı bir insanın arınması gereken bir kir telakki eden, ebed yurdunda Rabbin bağışlamasını, dünya hayatının da ana gayesi kabul eden insan için “hayye alelfelah”ta insanı heyecana sevk eden bir muhteva vardır.
Onun için İslam'ın her çağrısı imana bağlıdır, oruçla ilgili mağfiret çağrısı da iman'a merbuttur.
Orucu böyle algılayabiliyor muyuz?
Ezanın “Haydin Kurtuluşa” çağrısı, içimize bir “kurtuluş çağrısı” gibi akıyor mu?
Orucu böyle algıladığımızda, bir ayın hakkını ona göre vermemiz gerektiğini de idrak ederiz.
Değilse
Ezanlar gelir geçer...
Namazlar gelir geçer...
Oruçlar gelir geçer...
Kur'an'lar gelir geçer...
Peygamberler gelir geçer...
Allah dostları gelir geçer...
Ve biz
“Kurtuluş çağrıları”nın bir tekini bile idrak edemeyebiliriz.
Muhyiddin ibnü'l Arabi Hazretleri
“Mala, Allah yolunda vermekle iyi davran... Kur'an'ın manasını anlamaya çalışarak ona karşı güzel davran. Duaya iyi davranmak demek, onu yürekten yapmak demektir. Kiramken kâtibine davranışın, onlara iyi şeyler yazdırmak olsun. Ağaç ve taşlara da boşu boşuna harcamamak suretiyle iyi davran. Üzerinde namaz kılmakla yere iyi davran. Namaza iyi davranışın onu iyi kılmakla olur. ” diyor.
Buradan hareketle “Oruca iyi davranmak demek, mağfiret kıvamında onunla buluşmak demektir” diyebiliriz. Ki İbnül Arabi Hazretleri “Oruca karşı iyi davranman için günahlardan kaçınman gerekir” diyor. Yani orucun hakkını vermek...
Bunun için bir kalbi hazırlık gerekiyor...
“Ramazan'a yakalanmak” var,
“Ramazan'ı karşılamak” var.
Ramazan gelip bizi, ellerimiz kir pas içinde, gönüllerimiz teşevvüşte yakalarsa, diye bir kaygı, en çok şimdiki zamanlar için akla gelmez mi? Darmadağınık dünyalar içinde yaşarken…
Oysa bir çağlayanın içinden geçeceğim ve iliklerime kadar Yaratıcı'nın yakınlığını, O'na kulluğu, O'nun mağfiretini, lutfedeceği arınmayı, kurtuluşu hissedeceğim, demek var bir de...
Kalbi bir hazırlık...
Hilali beklemek, belki bir yönüyle bunun için önemli...
Durmuşsunuz ve gözleriniz gökleri tarıyor...
Bir kutlu misafir gelecek ve size sonsuz armağanlar getirecek...
Kalbiniz hazır, evleriniz hazır, çocuklarınız hazır, iş dünyanız hazır, hatta sokaklarınız, ülkeniz hazır...
Hiç olmazsa kalbleri hazırlamak gerek ülkeleri, sokakları kaybetmişsek bile...
Bu hazırlıkla oruçla buluştuktan sonra, Ramazan'ın her gününe itina etmeye geliyor sıra...
Giden günlerde mağfiretle buluşamamışsak diye bir kaygı ile gelen güne daha çok, daha çok itina...
Her günün arınmışlığından, gelen gün için güç toplayarak, daha bir ruhi derinleşme yollarına yürüyüş...
30 altın gün. Farzedelim ki bir ömrün muhassalası... Özeti...
Daraltılmış bir ömür süresi...
Bugün var, yarın yoksun...
30 gün göz açıp kapayıncaya kadar geçer...
Ömür daha mı uzun? Bugünü kurtarmak için çırpın...
Yarın ya yoksa...
Bugünün eksilerini yarın tamamlamak için çırpın...
Her yarını ahiret yolculuğun çıkmadan bir gün önceki artı bir ikrammış gibi düşün...
30 günlük ömür…
Bir altın gün verilmiş üstelik... Bul o günü 30 gün içinde.
Kadrini bil o günün. Bin aylık bir derinlik bul o günde... Yoğunlaş, yoğunlaş ve Rahman'ın yakınlıklarına sokulmanın yollarını bul.
Damarlarında O'nun yakınlığı nabız gibi atsın...
Bir dua bul, bir tevbe bul, bir secde bul, bir kıyam bul, tekbir bul namazlarında...
“Kur'an ayı”nda Kur'an'dan bir ışık bul çatallaşan yollarını aydınlatacak zihni berraklık için...
Bir kalb duruluğu edin Kur'an'la, bir ölçü berraklığı edin Kur'an'la...
Dost ol Kur'an'la...
Bir dostluk geliştir Ramazan'da başlayıp tüm zamanlarına yayılacak...
Bir mü'minin gönlünde sevinç uyandır, bir sadaka çıkar yüreğinden, bir tebessüm çıkar gözlerinden, bir yetimin duası ile buluş, zekâtını elçi olarak gönder Yüce Huzur'a, bir yaşlının duasına karış...
Allah bize “zaman terbiyesi” kazandırmak istiyor.
“İnsanın ömrü nasıl Allah için kılınır?” sorusunun cevabını veriyor Ramazan, bir ayda kuşandığımız zaman terbiyesini tüm zamanlara yayabileceğimiz ümidi var Ramazan'la ilgili ölçülerde, vaadlerde...
Zamanın sahibi Allah!
Zamanı insana ikram eden O (c.c.)
Ve zamanın içinde insana kurtuluş yolları var eden O (c.c.)
İnsana küçücük adımlar kalıyor, mağfiretin, külli arınmaların kapısını çalmak için, açmak için...
Nankörlük etmemeli...
Cahillik etmemeli...
Zulme yönelmemeli...
Fesattan kaçınmalı...
Oruç, insanı en güzel yaratılış iklimine taşıyacak yol adabından biri...
Tutunmalı ona, onun felah çağrısına kulak vermeli...
“Çağrışır tellallar inanmaz mısın?” diyor ya Yûnus Emre...
Minareler arasına gerilen mahyalar değil sadece, bütün zamanların ezanları “Hayye alel felah - Haydin kurtuluşa” diye sesleniyor.
Ramazan'ın kurtuluş çağrılarını duyanlara ne mutlu...
ÜÇ HEYKEL
(Hüseyin Öztürk, “Üç Heykel”, Vakit Gazetesi, 31 Ekim 2004 Pazar, s. 17.)
İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi.
Doğum günleri ve bayram günlerinde ilginç armağanlar göndererek, karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatı kollarlardı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı.
İstediği birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı.
Aralarında bir fark olacak, ama bu farkı sadece ikisi bilecekti.
Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi.
Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.
Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar;
….
“Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum.
Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri, diğer ikisinden çok daha değerlidir.
En değerli heykeli bulunca bana haber ver.”
…..
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı.
Üç altın heykel, gramına kadar eşitti.
Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı.
Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler, ama aralarında bir fark göremediler.
Günler geçip gidiyordu.
Bütün ülke, hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu.
Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi.
İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı.
Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı.
Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi.
Telle birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı.
Üçüncü heykele de tel kulaktan girdi, ama bir yerden dışarı çıkmadı.
Ancak telin sığabileceği bir kanal, kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu.
Hükümdar, heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:
…
“Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir.
Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir.
En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.”