• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/vehbiaksit
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=5321561576
  • https://www.twitter.com/vehbiaksit
  • https://www.instagram.com/vehbiaksit
  • https://www.youtube.com/channel/UC5S_skAvSgjSjx7-XW1KjAw
VEHBİ AKŞİT

Vehbi Akşit Çekmeköy Müftüsü

Kategoriler
Site Haritası
ŞİFÂ-İ ŞERİF DERSLERİ




Saat
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.222232.3513
Euro35.110935.2516
Aile Hayatı

Fransızca Site

İngilizce Öğreniyorum
Kaleiçi Camii sanal tur
Adım Adım Hac
İbrahim Halveti
ibrahim halveti
Vav ve Elif

Peygamberimize Mektuplar

http://www.hzmuhammed.net/site/data/07_Efendimize_mektuplar/index.htm
Rasülallah'a Mektup

5000 kişinin katıldığı Rasülallah’a mektup yarışmasından 7 kişinin mektubu sıralamaya konmadan seçildi ve bu 7 mektup sahibi ödül olarak Umreye gittiler. İşte o güzel mektuplardan biri.. 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Esselatü vesselamü aleyke ya RASULALLAH

Esselatü vesselamü aleyke ya HABİBALLAH

Esselatü vesselamü aleyke ya Seyyidel evveline vel'ahirin,Veselamün alel mürselin. 

Rahman'ın günahkar,aciz,gafil,gözü yaşlı kulundan mektup.

Sana mektup yazmak ha!..Sana seslenebilmek, Sana hasret çekemeden, Sana layıkıyla ümmet olamadan Günahlarımla seni üzerek,Yaratılan her zerrenin senin aşkınla yandığını idrak edemeden,utanmadan sıkılmadan sana mektup yazmak ha!...  

Affet YA RASULLALLAH (sav). Affet sultanım. Cüretimi bağışla. 

Bir gün seni özlemiş,sana olan hasretiyle yanmış tutuşmuş bir güzel kul tanıdım,yemek ikram etmişlerdi ona.Rabbim'in nimetlerine hamdederek başladı.Yüzündeki o parlaklık ne güzeldi.
Ama gözlerinin altındaki kızarıklık,alnındaki kıvrımlar, sakalındaki bembeyaz kıllar,şakaklarına yağan karlar bir şeyler haykırıyordu YA RASULLALLAH.

Ümmetinden bir kul,Rahmanın güzel bir kulu.Gülüyordu çehresi, Nur saçıyordu. Yemek yiyorduk hep beraber,çok lezzetliydi.Dudaklarında daima bir kıpırdanma vardı, yemek yerken zorlanıyor zor yutkunuyordu, dertli kul.Yüzüne her bakışımda gözlerinin daima artan ışıltısı dikkatimi çekti.Ve birden ak düşmüş sakallarına doğru iki damla gözyaşını yolculuğa çıkardı.Ağlıyordu ihtiyar amca, gözyaşlarını saklama ihtiyacı hissediyordu. Ama gözleri coşmuştu bir kere, yemeği bırakıp yanına oturdum. Amca dedim:

 -Rahatsız mısınız ? Bir şeyiniz mi var ?

 -Hayır evladım iyiyim sağol ! dedi.

 -Peki amca, niye ağlıyorsun ? dedim.

 -Peygamberimiz (sav) aklıma geldi birden. Onu düşündüm ve ağlayıverdim kusura bakma.

Gözünün yaşını sildi,Elhamdülillah dedikten sonra çekildi sofradan. Kenarda bucakta bir yere oturdu, elinin tersiyle gözlerini siliyor ve cebindeki mendilini arıyordu. Ben de kalktım sofradan yeni demlenmiş çaydan getirdim ihtiyar amcama.Çayı karıştırırken elleri titriyor ve dudakları büzülüyordu.Mendiliyle tekrar sildi gözlerini.Çayını içti ve Rabbim'in selamı ile müsaade isteyerek ayrıldı yanımızdan.
Düşünce idrakini yitirmiş bir hal içinde düşünüyordum. Adamcağız yemek yerken seni anıyor ve ağlıyordu YA RASULLALLAH (sav). Sana yakın olmanın verdiği coşkuydu gözyaşları.

Senin ümmetinden bir kul.Nasıl oluyor da seni görmeden, kokunu almadan,mübarek ellerini öpmeden sanki yanıbaşındaymışşın gibi seninle yaşıyor. Ben de anlamalıydım,çözmeliydim bu sırrı....

Seni YA RASULLALLAH (sav) evet seni tanımam,bilmem gerekiyordu. Ashab!ı Kiram efendilerimizin hayatından başladım işe. Onların hayatlarını okuyarak sana ulaşmalıydım YA RASULLALLAH (sav), okudum. Ebu Bekir Sıddık , Ali bin Ebu Talip, Hz. Ömer Hz. Osman,Hz. Talha,Hz. Bilal,Sad bin Ebi Vakkas, Hz. Hamza,Abdullah bin Revaha, Ebu Hureyre, Muaz bin Cebel...

Hepsini okudum YA RASULLALLAH (sav).

Şimdi seni okuyorum. Halık'ı zül celal Rabbim'in sevgilisi,biricik kulu.Senin nurunun hürmetine varolan ben seni arıyorum Ya RASULLALLAH (sav). Ömrümün sonuna kadar her nerede ve ne zaman olursa olsun seni hakkıyla tanıyamayacağımı biliyorum.Ben senin deven Kusva'ya aşık oldum efendim.Dayandığın hurma kütüğünün yerinde olabilmek için bin canım olsun feda ederdim.Yeter ki inleyeyim,sen beni okşarsın susarım. Yanımdan ayrılırsan tekrar inlerim YA RASULLALLAH(sav).

Ebu Hureyre(ra) sıcak bir günün öyle vaktinde evinden çıkıp mescide gelmişti. Sende oradaydın YA RASULLALLAH(sav) Açlıktan evinde duramayıp mescidine sana koşmuşlardı. Sen de aç idin. Günlerdir bir şey yememiş açlıktan zayıf düşmüştünüz. Hendek günü karnına iki taş bağlayan da  sendin YA RASULLALLAH(sav). Bir deri parçasını temizleyip kızarttıktan sonra açlığını dindiren Sad bin Ebi Vakkas (ra) değil miydi EFENDİM.Bir hurma tanesini annesine saklayan Ebu Hureyre değil miydi?Bir avuç arpa ekmeğiyle yetinen HABİBULLAH sendin efendim. Ya ben midemin doluluğunun sarhoşluğuyla seni unutan ben değil miyim. Abdullah bin Revaha (ra) gibi elimdeki kemik parçasını fırlatıp ''ben hala bu dünyada yaşıyor muyum?''diyebilir miyim ? Senin ölümünle Hz.Bilal(ra) susmuştu.Bir daha ezan okumayacaktı.Kızgın çölde kayaların altında inlerken EHAD,EHAD diyerek senin nurunu görmüyor muydu YA RASULLALLAH(sav).

Sana nasıl kavuşacağız bilemiyorum.Günahlarımın derdiyle,hasretinin yangınıyla,Aşkının ateşiyle,sana ümmet olmanın sevinciyle arz ediyorum halimi. Sana gelmek var ölmeden önce, Şehrinde narına yanıp kül olmak var.Sana geldikten sonra bir daha dönmemek olsa (inşallah) yanında kalsam,ayak bastığın yerlere gömülsem. Kıyamete kadar yanında olsam.Toprağın altında dahi alırım kokunu YA RASULLALLAH(sav).

VE ÖLÜM...

Nikah saati :RABBİME ve SANA yolculuk.Tahta arabanın içinde keyifli seyahat....

Ölmeyi bilene kutlu olsun. EY DÜNYA!...

Anlat şimdi ayrılık acısını,Peygamber sana veda ederken çektiğin acıyı anlat.Bağır, durma, Haykır: VAĞLEMU ENNE FİKUM RASULLALLAH de...

O'nun vefat ettiği gün.Söyle ey dünya ne haldeydin.Her zerre O'nun ölümüyle yok olmak isterken sen nasıl raksettin.Yine sabahları güneşi davettin.Karanlığı nasıl kovdun.Söyleeeee...

Her gün raksedip dönmektesin değil mi ey dünya. Kainatta yalnız sen ONA kucak açtın,bu mutluluk senin değil mi. Güneş bile kıskanır seni ALLAH'ın Habibi yaşadı üzerinde. Ne kadar bahtiyardın o devirde varlığının şükrünü eda ediyordun. Denizlerin bir ayrı güzeldi O varken. Suların daha bir tatlıydı.  Ağaçlar,dağlar , ovalar,bitkiler, kuşlar ve sen ey dünya ne kadar mutluydunuz.

Ama o gün:RABBİM (c.c.) çağırıyordu Habib'ini.

Rabbim'in emriyle Cebrail yanına geldi YA RASULLALLAH(sav),Azrail (a.s.) kapıda senden izin bekliyordu. Kisra nın sarayını aydınlatan nurunla gelecektin.

 Sessizlik acımasız ve dert yüklüydü,

 Aniden peygamberin dudakları kıpırdadı,

 YÜCE DOSTA ,REFİK'İ ALA'YA

 PEYGAMBER vefat etti.

Üsame seferden döndü,zafer müjdesiyle kavuşacaktı sana. Abi bin Ebu Talib'in dizine başını dayamıştın. Ölüm bile sana o kadar yakışmıştı ki, VUSLAT seninle güzel oldu. Kusva gözyaşlarıyla inlemekteydi. Hz. Ebu Bekir(ra.)geldi seni öptü öptü öptü....

Yokluğun acısıyla yanan gönüller, kardeşlerin, Seni çok özlediler Ya Rasullallah (sav)

Ben de özledim seni. Rüyalar da teselli bulan ümmetine şefaat eyle EY SEVGİLİ... 
--------------------------------------

Sevgili!
Sen gitmiştin...
Koyup bir başımıza, bırakıp pak ellerimizi, gurbetlerine salmıştın bizi.
Yetim kaldık, öksüz kaldık ve ellerimiz kirlendi yokluğunda...
Sen gitmiştin...
Ayrılıkların dilini hece hece ağlıyoruz şimdi.
Akşamlar iniyor dağlara ve hasretimiz yankılanıyor yamaçlarda.

Sevgili!
Nasıl iltica edelim sana;
huzuruna nasıl varalım, yalvaralım?!.
Ve duyurabilsin mi sesini!?.
Efendim, duyar mısın sesimizi?..

Sevgili!
Sen aşk ikliminde sultan, sen güzellik şahikasında dolunay, sen vefa göğünde
hilal.
Biz bir bakışının dilencisi,
biz dolunay tutkunları,
biz bayramı gözleyen oruçlar.
Güzellik ordusunun hakanı sen, gam ruzigârinda gedalar biz.
Sen imrenme, biz ayıplanma.
Sen özüsün varlığın ve biz varlık iddiasında küstah yoksullar.

Sen sabah yıldızlarının ışığı, biz gaflet uykusunda kervancı.
Dert ve keder denizinde çığlık çığlığayız biz,
kumrular ve bülbüller seni bestelemekte oysa.
Çığlıklarımızı bestelere karıştırıver efendim,
düşkünlerine, savrulmuşlarına kulak ver.
İtivermezsin elinin  tersiyle bizi, değil mi efendim?..

Sevgili!
Sen gitmiştin...
Yokluğunda kaybettik önce varlığımızı ve sonra yok eyledik aklımızı da.
Hasretinle akan zamanlarda cevherimiz özden, madenimiz mıknatıstan ayrıldı.
Sen gitmiştin...
Gönüllerimiz billur kadehler gibi çalındı sengsarlara;
ırmaklarımız mecralarında susuzluğa mahkum edildi.
Sen gitmiştin...
Çelik mermere çarptı, iradeye ateş düştü yokluğunda.
Hasretinden akıllar yitirildi efendim,
gönüller gölgelere düştü.
Kucak kucağa güneşlerimiz söndü,
dudak dudağa denizlerimiz kurudu
ve sen gitmiştin  efendim.
Sen gitmiştin...
Seninle birlikte her şeylerimiz gitti.
Şehitlerimiz kefenlerinden sıyrıldı senden sonra;
kanlarımız sahralar doldurdu.
Kelimelerimiz anlamlarını yitirdi,
kutlu erlerimiz tutsak oldu nefis ordularına...
Hiçbir şey kazanmadık ayrılığında, efendim,
hiç kâr elde edemedik.
Aldandık, hep aldandık.
Delilimizi yitirdik, delillerimizi yitirdik.
Dillerimiz dilim dilim edildi efendim.
Bize sevmeyi unutturdular ilkin;
sonra sevginin ne olduğunu...
Kendi gönlüne ihanet edenlerimiz, gönlün kendisine ihanet ediyorlardı artık.
Vurgunlar yedik pes pese efendim...
Ve sen gitmiştin.

Sevgili!
Sen gitmiştin...
Biricik sığınağımız, varlığımızın övüncü, yüz akımızdın.
Hayırları söyleyip gitmiştin,
biz ser işler olduk.
Uzun uzun emellere kapıldık,
kapılanıp kaldık umutların kapısında.
Yolunda yürümekten üzerimize düşen,
baş kaldırdık önce ve sonra yıkılışlar gördük hep efendim.
Ellerimiz vardı açıldıkça dolan, uzandıkça verilen;
böğrümüzde kaldı ellerimiz.
Hanım idik halayık olduk;
bay idik köle edildik.
Sen gitmiştin...
Yanmış igsilerle kara bahtımıza kara resimler çizdiler.
Aşk dervişleri avare, pejmürde, hercâyî rüzgârlara kapıldılar,
dönüşlerinin ahengini kırdılar.
Bölük bölük kadınlarımız,
grup grup erlerimiz,
demet demet çocuklarımız,
kimi güler, kimi ağlarken yitirdiler kendilerini.
Ve sen gitmiştin efendim...
Sevgili!
Hani bir aşk idin, bir güzellik idin sen, güzellikle askın kesiştiği
prizmada.
Güzelliğin cihanı gösteren bir ayna;
aşkın o aynanın cilası idi hani.
Güzelliğin olmasa efendim,
aşkı hiç bilmeyecekti cihan;
aşkın olmasa güzelliği hiç anlamayacaktı.
Aşk pazarında mezat hep güzelliğine; güzellik yurdunda yollar hep aşkına
durmuştu efendim...
Ve sen gitmiştin...
Sevgili!
Derd ile ağlayandın; hem derde salandın!..
Gönül yurdunda çaresizlerin çaresi, hastaların merhemiydin.
Saadetle yasamış, saadet çağını yaşatmıştın.
Suretleri ve canları iman ile sen şekillendirmiş,
"Lâ" ile "İlla"yı i'câz ile sen dillendirmiştin.
Sen gidince, ey sevgililer sevgilisi, güvercinlerimiz tuzaklara esir düştü;
Hüdhüdlerimizin mil çekildi gözlerine.
Artık düşmanlarımız dostlar arasında;
dostumuz düşman içinde.
Divanelere döndük, yaya kaldık yolunda.
Kendimizi unuttuk, seni bilmez olduk...
Sana muhtacız!..
Sana en fazla muhtacız.
En fazla sana muhtacız.
Uyandır bizi uykumuzdan...
Gel ey sevgili!
Bir gelişle gel, bir gülüşle gel.
Doğ ufkumuza, sar dünyamızı, gir gönlümüze yeniden...
Sana muhtacız...

Sana en fazla muhtacız...

İskender PALA



Hz. Peygamber'e Mektup

Bismillahirrahmanirrahim

 

Sevgili Peygamberim, kalbimde senin yerini, sana olan sevgimi anlatamam ama insan sevdiğini sevdiğine söyleyemezse bunun bir anlamı olur mu? Sana olan sevgimi nasıl anlatayım. Benim seni sevdiğimi bilmeni o kadar çok isterdim ki, beni tanımanı, beni de senin sevmeni benim varlığımı bilmeni. Bir bilseydin sana olan sevgimi , bir bilseydim senin de beni sevdiğini.

 

Senin sevgini kazanabilmek için ne yapabilirim Ya Rasûlüllah. Kendimi o kadar dünya işlerine kaptırmışım ki ben bile ne yaptığımın farkında değilim. Sanki sonbaharda bir ağaçta kalmış son bir yaprak gibi kendimi yalnız hissediyorum. Ve rüzgar beni almış koparmış uçuyorum bilmediğim yerlere. Rüzgarın eline esir olmuşçasına, dünyanın zevklerine esir olmuşçasına , rüzgarla uçuyorum. Sonra bir nur denizine düşüyorum. O sensin Ya Rasulallah. Seni buldum ya Ya Rasûlüllah rüzgar beni uçurmasın. O nur denizinde boğulayım. Senin nurunla bende nurlanayım. Beni yanından hiç ayırma Ya Rasulallah, beni bırakma. Beni rüzgara bir daha verme. Ağacıma dahi geri dönmek istemiyorum. Senin yanındayken bütün kötülüklerden uzak olurum. Senin yanında olmak sana kavuşmak , seninde beni sevdiğini bilmek. Başka ne isteyebilirim ki. Bütün insanlar senin sevginle yanarken, seninde beni sevdiğini bilmek. Biliyorum ki senin bizi sevmen senin güzel ahlakına sahip olmak demektir.

 

Allah’ım bize peygamber efendimizin ahlakıyla yaşamak nasip et ki, peygamber efendimizin sevgisine layık olalım. Bu dünyada sana hasret yaşıyoruz Ya Rasulallah. Bu dünyada göremedik nur yüzünü, olamadık yanında, savaşamadık ta şehid bile olamadık senin yolunda. Bu aciz ümmetini ne olur sev Ya Rasulallah.

 

Allah’ım ne olur affet bizi. Peygamber efendimizin yüzü suyu hürmetine affet. Bu aciz kullarını ne olur yolunda ayırma, ayırma ki sana kavuşalım. Senin sevginden ver bize ver ki senin sevginle her şeyi unutup sadece senin için yaşayalım. Günahımız binlerce , mağfiretine sığındık ,mağfiret et ne olur, ne olur Allah’ım.

Hoş Geldin; Ey, Kutlular Kutlusu

Hoş geldin ! Ey, kutlular kutlusu !
Hoş geldin ! Ey, Nebiler Nebisi ! Hoş geldin ! 

    Sen öyle bir iklimde geldin ki, Medine'deki çöl ortasında açan tek güldün.. gül kokulu ferah iklimler getirdin beraberinde ve bölük bölük melekler indiler yeryüzüne, senin yüzün suyun hürmetine..

    Hoş geldin Allah'ın Resulü ! Hoş geldin !
Kutlu bir gecede, şereflendi dünya.. çünkü seninle tanıştı.. karanlık çökmüş dünyadaki tek aydınlık misali, mehtaplı bir gecede yanıp sönen ışıltılı yıldızlar gibi, daha da güzel, tarifsiz bir nurla, nurunla teşrif ettin yeryüzüne.. sen ki Muhammed Mustafa'sın ve sen ki alemlere rahmet olarak gönderilensin ve Sen ki.. peygamberimizsin elhamdülillah..

    Senin nurunla aydınlandı dünya.. senin için söylendi en güzel şiirler, senin için yazıldı mevlidler, ilahiler.. Necip Fazıl;
"Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamberim;
Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim ! " dedi..en güzel dizilerinden birinde..

    Ve seni seven insanların en güzel zamanları yaşandı bu dünya üzerinde ve insanlar kul hakkından korkar, iyiliği ve güzeli severdiler.. çünkü seni unutmamıştı insanlar..seni tanıyorlardı.. Ya şimdi?..   

Ümidimizi yitirmek hiç yakışmasa da bizlere, içimdeki vaveylalar artarken bir çığ gibi.. bazen ben de istemesem de düşüveriyorum yeis'lere, üzüntülere.. senin nurlu mekanın Kabe'nin resimleri avutabiliyor zavallı kalbimi..
ve belki de bir avuntuyu arıyorum resimlerde..

    Senin yattığın ebedi mekanı binlerce insan tavaf edip eriyorken o yüce mertebede.. aydınlık sanki sadece o mübarek beldelerde.. bizim içimizi gittikçe büyüyen karanlıklar kaplarken, senin bulunduğun beldeler gece karanlığında bile ışıl ışıl Ya Resul Allah!..

    Dünya senin nur'un olmadan daha ne kadar dönebilir yörüngesinde? ya da ne zaman ne kadar güzel ve bereketli sensizliği çekerken iliklerine? Özledim seni, Özledik seni ya Resul Allah!

    Zulmün arşa değeceği zamanlarda senin merhametini özledik, zalimlerin başlarımıza kara bulutlar gönderdiği zamanlarda senin sabrını özledik.. Zenginin fakiri gözetmediği zamanlarda senin cömertliğini özledik.. Özledim seni, özledik seni ya Resulüllah!..

    Mavi Gezegen maviliğini siyaha devrediyor sanki.. ve gittikçe bir şeyler azalıp yitiyor usulca.. ve dünya her zamankinden daha ağır ve daha miskin sanki şu zamanlarda...

    Zor zamanlarda yaşıyoruz velhasıl ! Ölesiye zor zamanlarda başladı sana olan sevdamız.. Zar zamanlarda sürüp gidiyor sana olan yangınımız. Sevgiliyi unutmak üzere olan bir gezegende yeniden SEVGİ diyebilmek ! barışı istemeyen gözlere senin barışçılığını düşünerek, sıcacık ve içten illa ki BARIŞ diyebilmek, acımasız yüzlere, senin merhametini düşünerek MERHAMET'in varlığını hatırlatabilmek, her şeye rağmen, senin yüzün suyun hürmetine ve Allah rızası için illa ki GÜZEL'den, illaki SEN'den bahsedebilmek...

    Ve tüm çirkinliğe inat senin o sonsuz güzelliğini, seni o Sonsuz Nur'unu düşünüp güzel görebilmek..zor olsa da imkansız olmuyor seni tanımakla.. seni hissetmekle.. ve Allah'ın lütfettiği güçle...

    Özledik seni Allah'ın Resulü, Özledik seni Ya Hz. Muhammed (a.s.m) ve seni hep özlüyoruz Canım Peygamberim.. ama ne mutlu ki, özlemler en sonunda seni hissettiriyor bize.. zor zamanların aşılmazlarını aşabiliyoruz senden aldığımız güçle ve Rabbimizin ilham ettiği düşüncelerle..

    Senin teşrifinle aydınlandı, kutlandı evren ve Allah’ın izniyle senin nurunu yaşatmaya çalışan ışıl ışıl, bu zamandan alabildiğine soyut ve bir o kadar güzel gençlerle, devam edecek güzeller ve senden geler gül kokulu ilhamlarla dağıtacağız elimizdeki kırmızı gülleri tüm evrene ve bir gün her şey güzele, gül'e dönecek ve Allah Nur'unu tamamlayacak inşaallah...

    Seni düşünmek ve yeniden güzel ümitlerle dolmak ne güzel !.. Dünyanın tüm çirkinliğine inat, yeniden yeni ümitlerden, senden ve sevginden bahsetmek ne güzel..sen ve senin getirdiğin gül kokulu ilhamlar zor zamanların en güzel armağanları elhamdülillah..
ve derince bir özlem dahi güzeli sürüklerken peşinden yine de...

    Seni ve senin gül güzelliğini özledik Özledim Sen'i, Özledik Sen'i, Ya Resulüllah !...

      Huda Hümeze  (07.06.02 Cuma 00.50)

Gönlümün Sujltanına

Bismillahirrahmanirrahim

Canım peygamberim,haddimiz olmayarak sana bunları yazmayı istedim. Ne olur kabul buyur. Önce Seni ne kadar sevdiğimi anlatmak istiyorum. Gerçi seni anlatmak kelimelere sığmaz ama içimdeki bu sevgiyi kelimelere dökebildiğim kadar dökmek istiyorum.

Gönlümün Sultanı! Seni o kadar çok seviyorum ki küçücük bir cümle belki bunu anlatmaya yeter. Seni tanımıyordum yaşamıyordum ve seni tanıyorum ve o gündür yaşıyorum canım Peygamberim. Sen varken ümitsizlik yok, isyan yok, hayasızlık yok, kötü olan hiçbir şey yok. Sen varsın güzellik var, sabır var, huzur var. Belki de senin istediğin şekilde seni yaşayamıyoruz ama Seni yaşamaya çalışıyoruz Ya Rasulallah. Sünnetlerini öğreniyoruz, Senden Allah sevgisini öğreniyoruz. Baktığımız her yerde seni görmeye çalışıyoruz ve en büyük Sevgiliye senden ulaşmayı istiyoruz. Bu sevgi içimizde öyle büyüyor ki, gördüğüm her insana, dağa, taşa, kuşa önüme kim gelirse Seni anlatmak, bizi ne kadar sevdiğini anlatmak istiyorum Ya Rasulallah.

Bıraktığın yerde değiliz. O kadar boş yaşıyoruz ki hep ziyandayız. Acaba bizi ümmetin olarak kabul edecek misin? Eğer Sen bizi kabul etmezsen Yüce Rabbim bizleri nasıl affedecek Ya Rasulallah? Bırakma bizi gönlümün Sultanı, bırakma bizi.

Sen alemlere rahmetsin Ya Rasulallah. Sen yüzyıllar ötesinde değilsin, Sen burdasın, yanımızdasın, hemen yanıbaşımızdasın. Seni hakkıyla bir sevebilsek Ya rasulallah, Seni tam olarak bir yaşayabilsek.

Ya Seni bilmeseydik, ya Seni tanımasaydık Ya Rasulallah. O zaman halimiz ne olurdu? Allahıma, Yüce Rabbime şükrediyorum her an, iyi ki senin ümmetin olarak doğduk, iyi ki Seni tanıyoruz, iyi ki Seni biliyoruz Ya Rasulallah. Sen olmasaydın Ya Rasulallah her geceki ağlamalar bitmeyecekti. İsyanlar bitmeyecekti babam olmadığı için ama Sende babasız doğup büyüdün Ya Rasulallah kendimi öyle avutuyorum. Seni çok seviyorum gönlümün Sultanı, bizleri ümmetin olarak kabul et.

Yüce Rabbim Sen bizleri affet.

Zatının hatrına affet.

Ne olur affet bizi.

Allahım Seni çok seviyorum...

Esma YENER 30.04.2003 
(Babasını iki yaşında iken kaybetmiş olan bir öğrencinin Allah Resulüne yazmış olduğu mektub)



Efendim

Esselatü Vesselamü Aleyke ya Resûlullah!

Esselatü Vesselam Aleyke ya Habiballah!

 

Sevgili Peygamberim! Sana bu mektubu bir Nisan ayının son gününde, ömrümün yarı yılı geçmiş, belki de tükenmiş bir bahar akşamında yazıyorum. Yine sana özlem doluyum, yine hasret doluyum, sana duygularımı nasıl anlatayım bilemiyorum.
 

Belki de şöyle başlamalıyım.

Ey güzeller güzeli, Rabbimin sevgilisi! Bu Nisan ayının güzelliği kadar güzel şu parlayan ayın ışığından daha parlak, şu mis gibi kokan hanımellerinden de güzel kokulu. Şu kırmızı güllerin güzelliğinden de güzel ve zarafetinden de zarif, ey tüm insanların sevgilisi! Ey Ebubekir'in dostu, Ömer'in yoldaşı, Ali'nin kılıcı, Osman'ın hayası, selam olsun sana!

Sevgili Peygamberim, gönül yoldaşım, sırdaşım, arkadaşım, sevgilerin en güzeli ile sevdim seni. Seni sevmek ne kadar güzelmiş, yaşımın olgun bir zamanında ancak anlayabildim. Seni tanıdıkça sevdim, sevdim, sevdim.

Sana olan özlemimi anlatmak için Asr-ı Saadette yaşayabilseydim, bu sevdayı seninle paylaşabilseydim, yüreğimizi daraltan sıkıntıları sana anlatabilseydim. Senin tozun toprağın olabilseydim Efendim. Sorma bizleri ne olursun, bizler ne haldeyiz, senin bıraktığın yerlerde ne yazık ki değiliz. Senin ümmetin makam, mevki, mal, itibar peşinde. Hiç kimse sormuyor artık zenginin malı helalden mi haramdan mı? Mevki ve makam sahipleri o yerleri gerçekten hak ediyor mu? İnsanları ağlatanlar, ağlatmaktan zevk duyar oldu. Fakir fukara ne halde, hiç kimse sormaz oldu. Mevki ve makam sahipleri bulundukları yerleri kaybetmemek için, haksızlığa göz yumuyor.
 

Senin zamanında böyle değildi Efendim.

Ey güzeller güzeli bizleri seyretmektesin. Ümmetinin halini hepsini bilmektesin. Senden dua bekliyoruz Efendim. Medine'nin sıcak meltemleriyle nur ve ışık saracak rahmet bulutlarını gönderiver. Allah'tan gelen her şeye teslimiz, sabır ediyor ve şükrediyoruz, ama artık bu sıkıntılarımız bitsin istiyoruz.

Diyeceksin belki de, sizler bunları hak ediyorsunuz. Benim sünnetime Rabbimin emrine karşı geliyorsunuz. Beni gerçek anlamda sevmiyorsunuz.

 

Hayır Efendim. Gerçekten seni çok seviyoruz, baktığımız her yerde seni görmeye çalışmaktayız, ama belki de bizler nefislerimizin kurbanıyız. Bir çiçeğe senin gibi bakmayı bilmediğimiz için, toprağın yeşermesini, ağacın yeşillenmesini, bir ananın çocuğunu sevmesinden ibret almayı bilmediğimiz için böyleyiz. İşte onun için belki de Asr-ı Saadette yaşamak istiyoruz. Senin teslimiyetini görmek şükrü eda edişini seyretmek, seninle aynı mekanı paylaşmak ve aynı havayı solumak için istiyoruz.
Belki de sana şöyle seslenmek istiyoruz.

 

Ey Sevgililer Sevgilisi nerdesin?
Gel artık yüzyıllar geçti aradan
Bir dua iklimiyle gel ne olur
Bir rahmet deniziyle gel ne olur
Sil bütün kanayan yaraları
Aydınlat yeniden bütün dünyamızı
Işık saçarak nur saçarak gel
Gel de ey güzeller güzeli
Nasıl gelirsen gel
 

Efendim, altı sene önce Hacda çok güzel duygular yaşadım. Medine'nin mis kokuyordu havası, meleklerin miski amberdi kokusu. Adım adım yaşadım, ama dayanamadım. Senin soluduğun havayı solumak, senin gezdiğin toprakta gezmek, Uhud Dağını seyretmek, Hamza'nın şehit oluşunu hayal etmek öyle güzeldi ki, Rabbim tekrarını nasip etsin inşaallah.
 

Ya Nebi! Sana olan özlem hiç bitmiyor, dinmiyor. Rabbimin yarattığı her şeyde, Onun azametini görmeye, senin "Ümmetim, ümmetim" diye seslenişini duymaya çalışıyoruz. Senin yolundan belki de tam olarak gidemiyoruz, ama senden şefaat bekliyoruz. Bir gün gelip bu dünyadaki görevimiz bittiğinde bizi gerçek alemde kucaklamanı bekliyoruz. Sana selam olsun ey Sevgililer Sevgilisi. Kalbimiz yanarak özlemimiz bir kat daha artarak yalvarıyoruz Rabbimize. Bizi sana layık ümmet etsin. Layık etsin ki ebedi alemde ebediyen seninle olalım.

Şimdilik hoşçakal Efendim.

 

Selma Kar

 

    Bizim Aile  dergisi ekim-2002'den iktibas edilmiştir. 

Gel ey, güllerin efendisi!..

Gel ey, konuşurken dudaklarına tebessümler karışan,yüzüne üzgünlerin üzüntüsünü dağıtmak yaraşan!.. Gel ey, âteş-i aşkına yanmak için âşıkları birbiriyle yarışan!..

Gel ey!..

Önce kendine çektin, sonra mugaylan dolu beyabanlarda dermansız koyup bizi bir başımıza gittin dönmemek üzere. Ve dudağının dokunduğu çeşmeler de gitti. Gittin ve vecd ile kendinden geçen zamanlar, sensizlik bunalımlarının gelgitleriyle kör kuyulara gömüldü. Gittin ve tenha elvedalarda düğümlendi sevinçlerimiz; durmuş çarklara sıkışıp kaldı çığlıklarımız. Sen gidince yanlış hesaplarında önce pazarlar kurduk köhne dünyanın, sonra köhne hesaplarıyla mezada çıkarıp aşklarımızı dünyalıklara sattık. Gittin de savrulan umutlarımızı ektik yollarına; sabrımızın gözlerine çekilen milleri çelik masıyetlerle mıhladık. Gerilmiş yaylarımız kepade düştü hoyrat ellerde, uykulu oyunlarda şahlarımız mat oldu; ve bileyli kılıçlarımız pas tuttu karanlık kınlarında.

Ak kor olduk... Nemrudî alevlere soktular başlarımızı, hakikat, ak kor olduk... Vurdular durmadan dinlenmeden... Örslere konuldu başlarımız, hakikat vurdular dinlenmeden durmadan. Ağlattılar ağladıkça biz... Çeliğe su verelim diye ağladıkça ağlattılar bizi... Heyhât! Tutturamadık kıvamını suyun, isabet ettiremedik gözyaşlarımızın damlalarını çeliğe ve ilk çalışta kırıldı kılıçlarımız kara keçelere. Yenildik, yorulduk, yığılıp kaldık çıkmaz sokaklarda. Bütün sorularımızın cevapları cevapsız kaldı; bütün hayallerimizin hayali hayal oldu. Tel tel arzulara mahkûm edildi nefislerimiz ve ruhlarımız tül tül alevlerde yandı. Gizemli bilinmezliklerimizin iksirlerini gizli dünyalara gizlediler bizden.

Gel ey!..

Hani dostların vardı, kimi aşk okuyan Kitaplar Kitabı'ndan; kimi ilham dokuyan hitaplar hitabından. Kimine köşkler düşmüştü cennetten, kimi cennette köşklere düştüydü hani. Kiminin ateşlerine rengi düşerdi gülün de; kimi güllere rengini düşürürdü ateşin. Kimine yıldızlar düşerdi göklerden, kiminin yıldızına düşerdi gökler ya...

Hani sen "Yıldızlarım," demiştin, "hangisine uyarsanız doğru yola ulaşacağınız yıldızlarım!.." Sen gittin efendim ve hasretin yıldızlarını da çekti senden yana. Şimdi kim varsa yıldızlaşmaya yüz tutan, gökleri üzerine kapatıyor ehremenler. Bizler yanıyoruz, yanmamakta direniyor gökte yıldızlarımız... Güllerimiz küle durmakta yokluğunda, sultanlarımız kula dönmekte...

Gel ey!..

Ayrılığında çoğalan alevleriyle arınalım aşkının; yanalım yandıkça ve yandıkça yanalım. Aşk yüzünden elbisesi yırtılan da, Hak uğruna gözlerini kurutan da seni arzulamakta şimdi. Bizi kendine madem yine sensin bağlayan ve ayrılığının derdine yine sensin ayrılıkla derman olan, o hâlde gülümse bize efendim, bize gülümse. "Allah onları sever; onlar da Allah'ı sever" sırrına ermekte rehberimiz ol, tut günahkâr ellerimizden; günahkâr ellerimizden tut.

Sen ey!..

Gelsen hayallerimize bir kez... Ve üzerine sepet sepet güller döksek biz. Gelsen düşüncelerimize bir an... Ve baharları sersek ayağına çiçek çiçek, mevsim mevsim, ıtır ıtır... Dolunaylar yerine doğsan dünyamıza bir vakit... Ve zatını gündüz değilse, hayalini gece göstersen bizlere. Girsen ansızın düşlerimize, şefkat parmaklarınla okşasan başımızı ışık ışık... Ve ışığına düşsek pervaneler gibi; pervaneler gibi ışığına düşsek.

Gel efendim...

Bir kez doğ içimize de isterse kaybolsun dolunaylar, güneşler... Gir gözümüze de bir nefes, isterse silinsin tûtyâlar, sürmeler... İlham olup ak gönlümüze bir anda, isterse yitirilsin uçtan uca naatler ve gazeller, beyitler ve dizeler uçtan uca yitirilsin isterse...

Gel efendim, dostluğuna muhtacız; umutsuz ve çaresiz bırakma çaresizlerini. Gel yeter ki, hakkımızda verilecek her hükme razı olalım.

Gel ey, bitir bitmeyen hasretini içimizde!

Gel ey, onsuz mutluluk bulamadığımız!..

Gel ey, kendisine layık olamadığımız!..

*

Gel benim efendim, bir kez olsun dokun yüreğime, yüreğime dokun bir kez olsun...

Yüreğim kanıyor efendim, kanıyor yüreğim!..

Çığlık çığlığa beşeriyet, çiğnenmiş reyhanlar misali hep seni arıyor. Uyandır zindanlara koyduğumuz Yusufî sevdalarımızı efendim. Uyandır bahtını üftadelerinin...

Şeb-i hicrân yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım

Uyarır halkı efgânım kara bahtın uyanmaz mı?

Prof. Dr. İskender Pala

Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse

Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse,
Yalnızca birkaç günlüğüne aniden çalsa kapınızı,
Merak ediyorum neler yapacağınızı...

Biliyorum ama
Böylesine şerefli bir konuğa açacağınızı en güzel odanızı,
Ona sunacağınız yemeklerin en iyisi olacağını,
Ve inandırmaya çalışacağınızı,
Onu evinizde görüyor olmaktan mutluluk duyacağınızı;
Gerçekten evinizde ona hizmet etmekten alacağınız hazzı.

Fakat söyleyin bana,
Efendimizi evinize doğru gelirken gördüğünüzde,
Onu kapıda mi karşılayacaksınız?
Yoksa onu içeri almadan önce, aceleyle,
Bazı dergileri, gazeteleri çarçabuk saklayıp
Yerine Kur'an’ı mı koyacaksınız?
Peki hala Amerikan filmlerini seyredecek misiniz televizyonda?
Yoksa kapatmaya mi koşacaksınız aceleyle,
O size kızmadan önce ?

Kim bilir ?
Belki de ağzınızdan hiç çıkmamış olmasını mı dilerdiniz,
Hatırlayamadığınız en son çirkin kelimeyi...

Peki ya dünyalık müziğinizi, kasetlerinizi de saklayacak misiniz?
Ve bunun yerine ortalığa,
Kitaplığınızın raflarında tozlanmış,
Hadis kitapları mı çıkaracaksınız ?
Hemence içeriye girmesine izin verecek misiniz?
Yoksa telaşla ne yapayım diyerek,
Sağa sola mi koşturacaksınız ?

Merak ediyorum:
Eğer Peygamber Efendimiz,
Bir kaç günlüğüne sizinle birlikte yasasa,
Yapmaya devam edecek misiniz,
Her zaman yaptığınız şeyleri ?

Ailenizdeki sohbetler eski halini koruyacak mi?
Her yemekten sonra sofra duası etmeyi,
Yine zor mu bulacaksınız ?

Hiç yüzünüzü asmadan,
Oflayıp puflamadan,
Her vakit namazınızı kılacak misiniz?

Ya sabah namazı için,
Sıcacık yatağınızdan,
Erkenden fırlayacak misiniz?

Peki ya yine mırıldanacak misiniz,
Her zaman söylediğiniz şarkıları ?
Ve okuyacak misiniz,
Her zaman okuduğunuz kitapları?
Peki bilmesine izin verecek misiniz,
Aklinizin ve ruhunuzun beslendiği şeyleri ?
Yoksa hiç bilmemesini mi isterdiniz?

Şöyle diyelim yada:
Gideceğiniz her yere götüre bilecek misiniz Peygamberi de ?
Yoksa birkaç günlüğüne değişecek mi planlarınız?

Tanıştırmaktan onur duyacak misiniz en yakın arkadaşınızı onunla ?
Yoksa hiç karsılaşmamalarını mi umardınız,
Peygamberin ziyareti bitene dek birbirleriyle?

Simdi söyleyin açık yüreklilikle,
Onun kalmasını ister misiniz sizinle?
Sonsuza dek, hep birlikte...
Yoksa rahat bir nefes mi alacaksınız,
Ziyareti bitip gittiğinde ?

Gerçekten bilmek ilgi çekici olabilir değil mi?
Bilmek ve düşünmek,
Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse
Yapacağımız şeyleri...

Eğer bir gün Peygamber Efendimiz ziyaretinize gelse,
Yalnızca birkaç günlüğüne aniden çalsa kapınızı,
Merak ediyorum neler yapacağınızı ... 

Varlığımın Sebepler Ötesi sebebi, Gönlümün Sultanı Efendim,

Merhamet dilendiğim kelimelerin gölgesinde içimin yankısını Sana yollamak istiyorum.

        Yüreğimde çağlayanlar var, dinmeyen göz yaşlarım var Efendim. Gözyaşı ırmağına bıraktığım hasretlerim var. Ve bir damla gözyaşının sıcaklığında Sana yolluyorum tüm hasretlerimi, aşarak yüreğimin çöl kumlarını. Demet demet yıldızların kutlu rehberlerimdir, kapına yöneldiğim gecenin şu ıssız saatlerinde.

        Gönül heybemde göz yaşlarım, geçtiğim yollara serpiyorum sadakam diye. Yürek tezgahında dokuduğum sancılarım var sadağımda, kuşandığım acılar var. İşte geldim kapına Efendim. Dilimde Senden dilendiğim şefaatin var.

        Ey Nebi, inan ki Sensiz gündüzlerimiz bile geceye döndü. Alnımızı üfül üfül okşayan rahmet yüklü soluğundan mahrumuz yıllardır. Senin yokluğun, ölü ruhlara can veren nefesinin yokluğu, bizi ağyar ateşinde yaktı. Deden Hazreti İbrahim’e yakılan ateşten daha acımasızdı yandığımız ateşler.

        Medet Sultanım! Hicranınla yanan ruhumuza parmaklarından yine boşaltmaz mısın kevserlerini oluk oluk?

        Utancımız büyük. Adını bir bayrak gibi dalgalandıramadık gönül semalarında. Giremedik kalplere, adını sunamadık sana muhtaç sinelere.

        Büyük utançlara kundaklandık; ama Sen Sultansın Efendim, ne olur himmetini esirgeme boynu bükük, yüreği yaralı ümmetinden. Yaralı yüreğimizi, Hazreti Eyyub’a bahşedilen ab-ı hayat gibi çağlayanlarla yıkayacağın günü bekliyoruz.

        Bir gün gözlerimizden perdelerin kalkacağı ümidiyle yaşadık hep. Temessülünle şeref kudüm buyurduğun Ahmet Rufai Hazretlerine imrenir olduk. Biz de, günahkar dudaklarımızı Senin o pak ellerine dokunduracağımız günün hasretiyle bekliyoruz Efendim.

        Seni, çiçek çiçek donanmış vefalarla kucaklayan Uhud’un bağrındaydın hani... En has şühedanın vefa kokan cennet mekanlarını ziyaret etmiştin... Ve orda demiştin ya “Kardeşlerime selam olsun!” diye... Ey Nebiler Sultanı Efendim! Bizleri, işaret buyurduğun o garip devirde gelen kardeşlerin sayıp ziyaret etmeyecek misin? Ayağı ve alnı beyaz sekili atların say bizi, aldığımız abdestlerimiz var günde beş vakit.

        Ne olur Efendim, Mekke’den Medine’ye hicret eder gibi gel. Sen gel ki, güneşin bizi terk ettiği karanlık gecelerimize dolunaylar doğsun. Yeniden bestelensin “Tale’al-Bedru”lar. Hiç günahı olmayan çocuklarımız seslendirsin yine o yanık nağmeleri. Ellerinde demet demet güllerle bekleyen kadınlarımız, gözyaşı çağlayanlarıyla yıkasın yollarını...

        “Ey Sevgili, En sevgili” Efendim! Seni anlayamayan nazarlara keşke, sana perdedar olan bir örümcek kadar vefalı olabilseydik. Anlayabilseydik kıymetini... Seni anlatabilseydik...

        Keşke bir güvercin olabilseydik, dünyanın dört bir tarafına nur dağıtan ellerinden uçurduğun. Senin çağları aşan o kutsal çağrılarını taşıyabilseydik çağlardan çağlara ve deniz aşırı diyarlara.

        "Ne olur gel Efendim! Çağın yetimleri var Seni bekleyen. Sana kasideler yazan bağrı yanık aşıkların var, ağıt yakanların var. Ağıdı dindirilecek öksüzlerin var.

        Ve talihsiz devrin Asiye yüzlü, Meryem iffetli yetimleri var. Gözyaşlarına sünger olacağın sürmeli ceylanların var.

        Sakat vicdanlarda çarmıha gerilmek istenen Mesih soluklu yiğitlerini ne olur daha fazla bekletme Efendim.

        Ateşe atılmak istenen İbrahim’lerimiz var, Senin gül bitiren yağmurlarını bekliyorlar.

        Bıçak altında tevekkülle bekleyen İsmail’lerimiz var; yoluna kurban olmayı bekleyen koç yiğitlerimiz var.

        Biliyoruz, aşkına pervane olamadık. Yanlış ateşlerde yandı ruhumuz. Yanlış pazarlara sürüldük. Yalancı şafaklarla kandırıldık yıllar yılı. Sensizliğin girdabında zehrini yudumladık hayatın.

        Onca günahlarımıza, bize yakışmayan kusurlarımıza rağmen, Senin büyüklüğün kadar büyüttük umutlarımızı. Dağlar kadar günahlarımız olsa da Sen kadar umutlarımız var. Hani diyorsun ya Efendim, “Benim şefaatim, ümmetimden günah-ı kebâir işleyenleredir.” Kim bilir kaç günah kirinin içinde büyüttük bembeyaz umutlarımızı. Tutunduk verdiğin söze. Müjdenin ipekten çehresine sarındık.

        Ey Nebi, kendisine yollanan salat-ü selamları işiten vefalı dost. Sana yolladığımız salat-ü selamların sımsıcak gölgesinde beyaz dualarımızın aydınlığıyla yöneldik kapına. Temessülünle, Sana meftunlarını sevindireceğin zamanı bekliyoruz.

        Sireten şekil değiştirecek kadar büyük günahı olanların imdadına, sırf Sana yolladıkları salat-ü selamlar hatırına yetişmiştim Efendim. Ve biz ahir zamanın garip insanları bir kere daha temessül edip imdadımıza yetişeceğin günün hasretini çekmekteyiz.

        Yetiş imdada ya Resulallah, ne olur imdadımıza yetiş!

        Gönül Kâbe’sinde, günahlarımıza rağmen yine de bir yer var Efendim teşrif buyuracağın. Yüreğimizin yanıklığıyla tütsülediğimiz gözyaşı dolu mahzenlerimiz var. Uyku nedir bilmeyen kirpiklerimiz var Seni bekleyen. Ne olur gel, gel ki:
        “Kadem bastın gönül tahtına
         A Sultanım safa geldin.” diyelim bağrı yanık aşıkların gibi.

        Ey, “Levlake...” hitabının nazlı Sultanı, naz makamının Efendisi! Yıldızların, yoluna kaldırım taşları gibi dizildiği yüreği bulut bulut olan Sevgili!
        “Yağarsın, taşlar bile yemyeşil filizlenir.”
        Sen olmasaydın eğer, taşlardan daha katı yüreğimizde hiç yeşerir miydi yepyeni umutlarımız! İmanın gökkuşağı renkleri belirir miydi yağmur sonrası gibi! Yüreğimizin yamaçlarında boy verir miydi hiç, Sen kokan güller, olmasaydın Efendim!

        Ve bir de Efendim, “Damar damar Seninle, hep seninle dolsaydık” koruyabilseydik “vefa”mızı... Açsaydı daim bizim de gönlümüzde vefa çiçekleri... Bir Molla Camii de biz olsaydık, ashabına kıtmir olmayı can-ı gönülden dileyen...

        Kıtmirin olabilseydik ey şah-ı Rüsul ! Sana sadık olabilseydik... Adına ve ashabına sahip çıkabilseydik ta haşre kadar...

        Ashabı-ı Kehf’in kıtmiri gibi olsaydık... Onca günahlarımıza rağmen, “Senin ashabın cennete giderken ben nasıl cehenneme giderim?” diye inleseydik... İniltilerimizde bestelenseydi ümitlerimiz...

        Kabul eder misin bizi Efendim, ashabının kıtmiri olarak?

        Zira Efendim, “Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım” diyerek başımızı koyduğumuz olmuştur yastığa, tutunduğumuz an olmuştur düşlere.

        Ne olur;
        “Gel ey Muhammed (s.a.v) bahardır
        Dudaklar ardında saklı
        Aminlerimiz vardır
        Hacc’dan döner gibi gel
        Miraç’dan iner gibi gel
        Bekliyoruz yıllardır”
        Bir demet gül var elimizde, titreyen yüreğimiz var. Güllerimiz solmadan, gül kurusu ağlamadan yüreğimiz, ne olur gel Efendim!

Gül Medeniyetinin Müstesna Gülü

Gülü tarife ne hacet ne çiçektir biliriz
 

   Hilkatin Fâtiha'sı, nübüvvetin hâtimesi, ins ü cinnin peygamberine selamdan sonra,
 

   Varlık güzeline Gül diyeceğiz biz, Gül çağında ıtırlarını duymak için...
 

   Beşeriyet bütün zaman ve mekan boyunca Gül'ü bilememenin ve Gül'ü sevememenin ıstırabıyla kıvrandı ve büyük hakikat şu ki başını nereye vursa o Gül'den başka Gül bulamayacak, Gül'ü örnek almadıkça ete kemiğe bürünmüş feryadından kurtulamayacaktır. Eller nakış nakış, desen desen Gül'ü dokur çünki, kağıtlar renk renk, deste deste Gül'ü okur. Gül'ün ıtırlarında bülbüller yaşar aşk ile, ve aşk ile renginin şulesinden pervaneler düşer. Kimin eline değerse Gül, elleri Gül kokar onun. "Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı kurtarır / Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte sağ elimi" der Sezai Karakoç'un ağzından Ka'b b. Züheyr, ve o günden sonra bürdesini giyer Gül'ün. Çelikten büklümler erir Gül'ün yapraklarında.
 

   "Eğer Gül'ün vasıflarının şerhini devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez." der Mevlana. Lisan ve kalem Gül'ü hakkıyla anlatamaz, bunu herkes bilir. Bilir de Asr-ı Saadet'ten bu yana sayısız kalemler Gül'ü yazar ciltler ve kütüphaneler dolusu; hesaba gelmez lisanlar Gül'ü söyler manzumeler ve şiirler boyu.
 

   Şimdiye kadar neler söylenmedi Gül hakkında, neler yazılmadı. Yazmakla bitirilemedi ve bitirilemeyecek. Adına na't dediler Gül'ü anlattılar; tazarru dediler, Gül'e iltica ettiler. Siyer dediler hayatını söylediler, şemail dediler vasıflarını sayıp döktüler. Hilye yazdılar yakınlıklarını ifade için, mi'raciye dizdiler şanını tebcil için. Besteler yaptılar Gül terennümünde, İlahiler söylediler Gül deminde. Na'tî diye mahlas kullandılar, divanlar doldurdular; adını anarak başladılar mesnevilere bir bakışına mazhar olmak için. Aherli kağıtlara döküldü bin bir harf düz ve eğik, Gül'ü yazmak için yarıştı gubari ile şikeste ta'lik. Hamdullah'tan Hâmid'e harf başına şükür diye yazdı divitler; Levnî'den Osman'a tel tel renk verdi çivitler. Ne yana baksa Gül'den bir iz görür gözler, ne yöne dönse Gül'ü özler, geceler ve gündüzler. Eşya ve varlık Gül için vardır ve Gül, eşya ve varlık olur serâpâ. Bir milyon adı varsa aşkın, bir eksiğiyle hep Gül'den alır ilhamını. Kağıt, kalem ve kitap... Söz, kelam ve hitap... Her suret ve her şekilde Gül'e mahkum. Nitekim kimiler Gül dediler, ömür boyu Güldüler; kimiler Gül dediler, Gül uğruna öldüler.
 

   Gül'ü anlatmayan dil ne söyler ki efsaneden başka!.. Gül harflerinden Gül söylemeyen kelimeler gerçeği olmayan isimlerden öte nedir ki?!.. Gül kokusu taşıyan bilgi canda ışık; Gül destesi götürmeyen kervan bedene kuru yüktür.
 

   Gül hakkında en müstesna sözleri Divan şiiri söylemiştir. Türk şairlere özgü bir tür olan Hilye'lerden siyer kitaplarına; mevlidlerden mi'raciyelere; divanlar ile her türlü mesnevilerin başında Tevhid ve münacaatlardan sonra yer alan na'tlardan düzyazı eserlerdeki hamdele ve salvele bölümlerine varasıya kadar hep "önce Gül" der kalemler. Divan edebiyatının Gül hakkında söyleyecek sözüne hadd ü pâyân mı bulunur? O şairler ki kitapları yahut sözlerinin, en başında O'nun adını anmakla korunabileceğine inanmışlardır. Bir divan şairinin, kendini şair saydırmak, yahut şairliğinin kanıtı olan divanını tertib etmek için yazması gereken şiirlerden biri de Gül hakkında inşad edeceği kasidesidir.
 

*

   Hz. Peygamber'den bahseden manzumeler belli bir konu sınırlaması içinde düşünülemezler. Risalet, hicret, mucizeler, din yolunda çektiği sıkıntılar, ümmetine va'd ettiği şefaat, özel bir kıssasının anlatımı vs. hep divan şairinin konuları arasındadır. Ancak daha da önemlisi na'tlardır ki divan şairine, Gül'e karşı beslediği duygularını dile getirme fırsatı verir. Beşeriyetin en hayırlısına, varlığın en şereflisine karşı gösterilen bu sevgi ve saygı, şairin dilini ve yolunu aydınlatır hiç farkına varmadan, kelimelerini birdenbire güzelleştiriverir. Bütün divan şiiri ürünleri içinde dilin en güzel ve sanatlı kullanıldığı manzumeler, yalnızca ve yalnızca na'tlardır. Bunun sebebi, şairin içinden geldiği şekilde anlattığı Gül aşkıdır, Gül'e bende olmanın samimiyetinden kaynaklanan sanattır. Allah'a yakınlık bakımından hiç kimse nasıl Efendiler Efendisi'ne ulaşamazsa, şair de peygamberine ulaşma yolunda kimse kendisine ulaşamasın ister. O'nun erdiği makama nasıl kimse erememişse, O'na yol alırken de kimse şaire yetişemesin ister. Bu şiirlerden pek çoğunun özel gün ve gecelerde okunmak üzere bestelenmesi, onların halk tabakaları arasında da Peygamber sevgisini çoğaltıcı eserler olarak yaygınlaşmasını sağlar çünki.
 

   Evrenin en güzel Gül'üne yazılan müstakil eserler içinde en yaygın okunanı hiç şüphesiz Süleyman Çelebi'nin "Vesîletü'n-Necât (Kurtuluş vesilesi)" adıyla bilinen Mevlid'idir. Bunu Hakanî Mehmed Bey'in Hilye'si (Hz. Peygamber'in suret ve siret güzelliklerinin anlatıldığı eser), sonra da Nâyî Osman Dede'nin Mi'râciye'si izler. Bu üç eser de zamanla musıkî formunda okunmuş ve çağlar boyu geniş halk kitleleri tarafından sevilerek Türk kültürünü yönlendirmiştir. Na'tlar içinde Nazîm'in küçük bir divan oluşturacak kadar çok sayıdaki maznumeleri ile Fuzulî'nin Su Kasidesi, Nabî'nin coşku dolu dizeleri, Şeyh Galib'in müseddes tarzında yazdığı muhteşem eseri, Nef'î'nin "sözüm" redifli kasidesi ilk akla gelebilecek olanlardır. Çok sayıda na't yazdıkları için Na'tî mahlasıyla bilinen Na'tî Mehmed, Na'tî Ahmed ve Na'tî Mustafa efendiler de Gül'e olan aşkı doruğa ulaştıran, fanilerin söyleyebileceği en müstesna sözleri söyleyen şairlerdir. Bu arada değişik şairlerin na'tlarının derlenmesiyle oluşturulmuş Nu'ût-ı Nebeviye mecmualarını da hatırlamak gerekir.
 

   Na'tların gazel tarzında yazılanları da vardır elbet. Bunlar genellikle vezin yönlendirmesiyle şekil bulan ve 4 mefâîlün kalıbıyla yazılıp "...yâ Rasûlallah" redifiyle sona eren gazellerdir. Bu tür na'tlar içinde Zekâî Mustafa Dede'nin,

Garîk-i bahr-i isyânem şefâat yâ Rasûlallah
Esîr-i nefs-i nâdânem şefâat yâ Rasûlallah

   beytiyle başlayan kısa na'ti gibi manzumeler XVII. yüzyıldan itibaren sıkça görülür. Leyla Hanım'ın,

Alîl-i derd-i isyâne devâsın yâ Rasûlallah
Bize sûy-ı cinâne reh-nümâsın yâ Rasûlallah

   dizeleriyle başlayan na'ti, Şeyhülislam Arif Hikmet Bey'in,

Ser-i kûyunda kemter hâk-i râhım yâ Rasûlallah
Nesîb-i âsitânındır penâhım yâ Rasûlallah

   ve Musahip Mustafa Paşa'nın,

Hevâ-yı nefse cânım mübtelâdır yâ Rasûlallah
İşim hep çcümleten cürm ü hatâdır yâ Rasûlallah

matlalı gazelleri bu tür na'tların en ünlüleridir. Gazel tarzında olup hakkında menkıbevî rivayetler de bulunan bir şiir de Nabî'nin na'tıdır. Onun hac seyahatinde Medîne'ye varmak üzereyken söylediğine inanılan ve şehre girdiği esnada Mescid-i Nebevî müezzinlerinin hep bir ağızdan kerameten okudukları menkıbevî üslupla anlatılan şiir şu beyitle başlar:
 

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu
Nazargâh-ı İlahî'dir makâm-ı Mustafâdır bu
 

*

   Bütün bunların dışında, Gül'den bir vesile ile bahsedecek olan şair için ilk başvurulacak kaynaklar, mucizelerdir. Efendiler Efendisi'ni hastalıkların devası, cennet yolunun klavuzu, Allah'ın Habîbi olarak gören şair, O'ndaki beşeriyet kadar nebeviyeti de söz konusu etmekten hoşlanır; yüceliğini dile getirmek için sık sık mucizelerden bahseder. Fenâyî'yi dinleyelim mesela:
 

Et kıyâs parmaklarından mu'cizâtın gayrı bes
Çeşme akdı her birinden eyleyip şakku'l-kamer
 

   Demek ister ki: "Sen O yüce peygamberin mucizelerindeki ihtişama bak ki, yalnızca parmakları bile her birinden çeşmeler akıttı, ve şehadet parmağıyla ayı ikiye böldü." Hudeybiye'de Ashâb'ın çok susadığı bir anda Efendiler Efendisi son tastaki suya bir elini sokup diğer elinin beş parmağından beş çeşme gibi su akıtmış ve ashab hem abdest alıp hem kana kana içmişlerdir. Keza Mekke müşrikleri kendisinden mucize istedikleri vakit şehadet parmağıyla işaret edip ayı ikiye yarmıştı, hani İslam tarihleri ve siyerlerin şakku'l-kamer diye zikrettikleri mucize. Şair Gül'ün yalnızca parmaklarından sadır olan mucizelerinin bu derece büyük olduğunu, diğerlerine sıra gelirse anlatmaya kelimelerin yetmeyeceğini ancak bu kadar güzel anlatabilir değil mi?!...

   Divan şairi Gül'den bahsedeceği zaman O'nu eşref-i mahlûkât, cihan bağının nadide çiçeği, varlığın evveli ve âhiri, şefaatin kaynağı, mahşer gününün efendisi, ahsen-i takvîm, güzel ahlakın tamamlayıcısı gibi sayısız vasıfları bir anda sıralayıverir. Bütün amaç Gül'den şefaat istemektir ya hani, bunun için sık sık O'ndan bahseden âyetlere ve kudsî hadislere müracaat eder. Bu durumda ayetler genellikle şiirdeki vezin zaruretini de beraberinde getirir ve tamamı yerine bazı ibareler şeklinde zikredilir. "Ahsen-i takvîm, kaabe kavseyn ve ev ednâ, leamrük, lî-maallah, Kâf u Nûn, Tâhâ ve Yasîn, mâ zâğa'l-basar, Sidre ve müntehâ, rahmeten li'l-âlemîn, tarfetü'l-ayn" gibi ibareler bunlardandır. Şu beyit Nesîmî'ye aittir:
 

Vasfını "Ve'n-Necmi" "Ve'ş-şemsi" "Tebârek" söyledi
Şânına "Tâhâ" vü "Yâsîn" geldi Hak'tan beyyinât
 

   Hz. peygamber'den bahseden hadisler de zaman zaman divan şairlerinin konuları arasına girer. Bunlardan en ünlü olanı "levlâke levlâk" sırrını taşıyan hadis-i kudsîdir. Bunu "ene efsah" ve "medinetü'l-ilm" gibi ibarelerin geçtiği hadisler takip eder. Beyti Şeyhülislam Yahya'ya söyletelim:

Sana mahsûs lutfudur Hakk'ın
Tâc-ı "Levlâk" u taht-ı "Ev ednâ"
 

   Gül'ün şanı söz konusu olunca tasavvufî divan şairlerinin en ziyade andıkları kelime "muhabbet"tir. O ünlü beyitte olduğu gibi:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl
 

   Ebced geleneği bile Gül hakkında abidevî bir beytin doğmasına kapı aralamıştır:

Aman lafzı senin ism-i şerîfinle müsâvîdir
Anınçün âşıkın zikri "amân"dır yâ Rusûlallah
 

   "Amân" ile "Muhammed" isminin ebced karşılığı 92 eder. Buradan âşıkın "amân!" diye her haykırışında aslında Hz. Peygamber'i anmak istediğinin söylenmesi ne kadar da şairane bir buluştur. Hezâr gıbta!..

*

   Burada divan şairinin iman cephesinden İslam'ın varlık sebebi olan Gül'e bakışındaki genel kabulleri vermeye çalıştık. Şimdi en başa dönelim ve bir Gül olarak, Gülde bir remz olarak, teri Gül kokan, yüzünde Gül, ağzında gonca görülen Efendiler Efendisi'nden Güle yansıyan ilham dolu birkaç beyit ile sözü tamamlayalım. Böylece bütün Türk coğrafyasını doldurarak bir aşka dönüşen Gül medeniyetinin aslında bir iman ve aşk medeniyeti olduğunu anlayalım.
 

   Dicle'nin serin yamaçlarında gözyaşlarını ikindi sularına karıştırarak Kıble'ye yönlendiren bağrı yanık şair hasretini anlatıyordu ve o Fuzulî idi:
 

Suya versin bâğbân Gülzârı zahmet çekmesin
Bir Gül açılmaz yüzün teg verse bin Gülzâre su
 

   Sultan, rüyalarının sevgilisine Gül rölyefleriyle başı üzre yer vermek için sorgucunu O'nun ayak izinden yaptırıyor ve üzerine şu dizeleri nakşettiriyordu; o dahi Sultan Ahmed idi:

Nola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kademi nakşını ol hazret-i şâh-ı rüsülün
Gül-i Gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gülün
 

   Ve sultanın mürşidi -ki adına Hüdâyî denir- her yüzde Gül'ün aşkını okumaktaydı:
 

Gül ağlama Gül bize
Ele diken Gül bize
Gül olanın yüzünde
Gül açılır Gül bize

   Ve bugün biz, bir çağa geldik, Gül için feryâdlar çağına:

Güle gûş ettiremez boş yere bülbül inler
Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler
 

   Şikayet değildir kasdımız Gül'e, cür'etimiz içimizin yanışından. Gülistanlarda savaşlar var bugün Gül'üm ve bülbüllerin kurşuna dizilip kefensiz gömülüyor artık. Hiç bugünkü kadar yakışmadı Kâbe'ne siyahlar ve biz seni hiç bugünkü kadar özlemedik. Varlığa bir Gül ise sebep, kokusundan ya renginden nasıl duralım ayrı.
 

   Ebedî Gülşeninde tek ayak üzre duracak bir yer de vermez misin bize Gül'üm?!.. 

Prof. Dr. İskender Pala 

Kaybolan Mektuplar

Küçüklükten beri kafasına koyduğu hafızlığını henüz yeni tamamlamıştı. Daha üniversiteye gitme hayallerini kurmadan önce gece gündüz özlemini duyduğu tek şey Yüce Yaratıcı’nın yeryüzündeki tek evini görmek ve insanlığın iftihar tablosunun köyüne gidebilmekti. Günlerini ve gecelerini bunun hayaliyle süslüyor ve gerçekleşebilmesi için her fırsatta duaya müracaat ediyordu. Ancak oraya gidebilmek için Yaratıcı’nın “gel” davetinin olması ve bir çağrının kendisine gelmesi gerekiyordu. Dualarını “N’olur beni de bir gün oraya çağır, bana da gel de” yakarışlarıyla bitiriyordu.

Bir gün bir yakını ona “madem ki gidemiyorsun niye Kutlu Nebi’ye mektup göndermiyorsun!” demişti. Böyle bir teklif karşısında ben kim O’na mektup yazmak kim demiş ve oldukça duygulanmıştı. Böyle bir şeyi hiç düşünmemiş ve buna doğrusu cüret edemeyecek kadar o büyük insana kendini yakın hissetmemişti.

Ama o biliyordu ki o Yüce Kamet öyle bir Sevgili’ydi ki kendisini sevenleri zaten bilirdi. Tıpkı bütün âşıkların hislerinin karşılıklı olması gibi, o da herkesin sevgilisini çok seviyor, sevgisinin reddedilmeyip aynı şekilde karşılık bulduğuna inanıyordu. İnanıyordu çünkü o kendisini sevenleri sever kendisiyle meşgul olanlarla meşgul olurdu. O’nu sevmenin onun ahlakıyla ahlaklanmak ve onun yolunda sağa sola sapmadan gitmek olduğunu ve bunun da çok büyük bir titizlik gerektirdiğini çok iyi biliyordu.

Evet, çok sevdiği sevgililer sevgilisi, onun düşündüklerini bilebilir ve onun hissiyatını hissedebilirdi. Ama kendinden bir parçanın oraya gitmesi, ona çok farklı gelmiş ve yüreğini acı bir burkuntuyla birlikte heyecanlandırmıştı.

Bu iç yakan duygular içinde yatağına oturmuş, kağıt ve kalemi eline almış ve varlığı uğruna varlığın var edildiği insana yüreğinde yıllardır taşıdığı sevgiyi akıtmak için kelimelere sarılmıştı. O andan itibaren farklı bir aleme girmiş ve bir anda o çok sevdiği insana içini dökmenin verdiği hazla bir çırpıda özenle seçtiği kağıda inci gibi yazısıyla, göz yaşları içinde mektubu yazıvermişti. Duygu yüklü anları geride bırakıp göz yaşlarıyla yıkadığı mektubu zarfa koyarken elleri titriyor ve büyük bir saygı ve ciddiyetle son hazırlıklarını yapıyordu. Dertli insanın derdini şerh ettiği an duyduğu lezzet kadar hiçbir şeyden lezzet almaması gibi o da bir anda bütün yüklerinden kurtulmuş o yüce insana derdini yazmanın verdiği hazla rahatlamıştı. Gözyaşları, bir taraftan insanlığın iftihar tablosuna mektup göndermenin heyecanının taşıyor bir yandan da ondan ayrı olmanın acısını hissettiriyordu.

Efendiler Efendisinin temessül ettiği gül rengi kağıda yazdığı mektubunu Anadolu’nun bir hediyesi olan gül kokularıyla kokulandırmıştı. Her şey tamam olduktan sonra öpüp göğsünde sıktığı mektubunu büyük bir itinayla çantasına yerleştirmişti. Sıra mektubun gönderilmesine gelince gözleri oraya gidecek olan dostlarını aradı. En yakın arkadaşı Huriye’nin validesi aklına geldi ve hemen ona koştu. Ancak mektubu bizzat ona teslim etmek istiyordu. Ne var ki kararlaştırılan saatte onların evine gitmesine rağmen yetişememiş ve büyük bir üzüntü içinde kapı önünde adeta yığıla kalmıştı. Çok üzülmüş ve bunu gözyaşlarıyla da ifade etmekten kendini alıkoymamıştı. Bir müddet öyle kalakaldıktan sonra yola çıktı. Otobüste karşılaştığı arkadaşı Zeyneb’e durumdan bahsetti. Zeyneb onun üzüntüsünün yersiz olduğunu ve anneannesinin de yakında oraya gideceğini müjdeledi. Bu beklenmedik haber karşısında çok sevinmiş ve mektubu ona vermeyi kararlaştırmıştı. Ne yazık ki uzun süren yolculukta Zeyneb’in aniden inmesiyle mektup yine elinde kalmıştı ve nedense ikisi de unutuvermişti. Ya da unutturulmuştu. İçinden her halde benim gibisine mektup göndermek kısmet olmayacak diye düşündü. Yine mahzun yine kederli mahzun bir şekilde otobüsten inmiş ve doğruca arkadaşı Nurinnisa Hanım’ın evine gitmişti. Arkadaşının kendisini ateşli bir telaş içinde karşılamasına bir anlam verememiş ve az sonra beyinin de oraya gideceğini öğrenince hem şaşırmış ve hem de heyecanlanarak ümitlenmişti.

Arkadaşının beyinin nasıl karşılayacağını bilemediğinden biraz tereddüt biraz da çekinerek mektuptan bahsetmiş ve gözyaşlarını içine akıtarak susmuştu. Birkaç dakikalık bekleyişten sonra Abdurrahman beyin mektubu seve seve götüreceğini duyduğu an sevinçten ağlamaya başlamıştı. Sonunda isteği gerçekleşecek ve bütün hisleri sevgiliye ulaşacaktı.

Mektubu alan Abdurrahman bey “emanette emin olmak müminin vasfıdır, mektubu iyi bir yere yerleştireyim de kaybolmasın diye düşünerek çantasını her açtığında görebileceği bir yer olan kapağa yerleştirdi. Ona göre bu mektup mukaddes bir emanet idi ve sevgiliden sevgiliye giden muştu dolu bir haberdi...

Yeryüzünün merkezinden Efendiler Efendisinin beldesi ve medeniyetin beşiği olan köye gelen Abdurrahman Bey emaneti yerine ulaştırmak ve onun yattığı mekana bırakabilmek için tenha bir zaman gözetledi. Ancak onun pak harimine varmak her defasında büyük bir mücadeleyi ve beklemeyi gerektiriyordu. Uzun süren mücadelesinde buna muvaffak olamamış ve nihayet oradan ayrılma günü gelmişti. Emaneti yerine ulaştıramamanın verdiği üzüntüyle bir türlü yerinden hareket edemiyor ve üzüntülü bir şekilde oturduğu yerden çantasına bakıyordu. Sonunda mektubu o pak harime bırakamasa da hiç olmazsa onun köyünde kimsenin göremeyeceği bir köşeye bırakmaya karar vermişti. Yerinden kalktı ve çantasına doğru yürüdü. Biraz uğraştan sonra kilitlerini çözdü, saygı ve edeple biraz da üzülerek çantayı açtı. Ancak çantayı her açışta karşısında duran pembe zarflı gülsuyu kokulu mektup yerinde yoktu. Aklına çantasının kurcalanıp mektubun alınmış olma ihtimali geldi. Ancak çantasını ancak kötü niyetli ve maddi menfaat peşinde olan talihsizlerden başka kimse yoklayamazdı. İlk şoku atlattıktan sonra paralarını ve pasaportunu kontrol etti. Hepsi yerindeydi. Eğer kötü niyetli biri olsaydı onları alırdı. Fakat... mektubu kim niye alsın. Üzerinden hiç isim yoktu ki... Şaşırmış ve açılmış ve heyecanla karıştırılıp dağılmış çantasının karşısında bir an kalakaldı. Heyecandan ve korkudan dizleri titriyor ve mektuba sahip olamamanın verdiği üzüntüyle öylece bekliyordu. Daldı. Neden sonra toparlandı ve aşağıda kendisini bekleyenleri daha fazla bekletmemek için ağırdan ağırdan toparlandı ve çantasını alarak dışarı çıktı.

Aklında hep mektup vardı İstanbul’a döndüğünde. Eşine durumu anlatmış ve mektubu yazan âşık öyle samimi yazmış ki mektup daha ben götürmeden kendisi gelip mektubu aldı dedi. Gerçekten de inanıyordu ki bu kadar samimi hislerle yazılan bu mektup her şeye rağmen elde kalamazdı. Onun yerine ulaştıramadığı bu mektup, dünya varlığından ve paradan daha değerli bulup, çantadan emaneti alan güç, mektup sahibinin dileğini yerine ulaştırmıştı...

Efendiler Efendisi’nin yüce kameti düşünüldüğünde onun yanında söz söylemek tabii ki mümkün değildi. Ama bir acizin, bir sevdiğinin ona karşı hisleri Kaybolan Mektup’ta şöyle dillendirilmişti.

“Bütün İnsanların İncisi....

Seni çok seviyorum. Senin için canını verenlerin, senin aşkından çöllere düşenlerin, senin muhabbetinden divane olanların yanında Ya Rasulallah benimkisi sadece dilde, ama şundan emin ol ki bir şeyler yapmak istiyorum, işte bunun için senden Allah’a dua etmeni ve benim dualarımın, isteklerimin kabul olması için dua etmeni istiyorum. Eğer Allah bana istediğim hayırlı ilmi nasip ederse, onu herkese öğreteceğime ve gücümün sonuna kadar, dinimin eğitimcisi olacağıma sana bir kere daha söz veriyorum..

Ey kendisini görmeden dahi çok sevdiğim insan...! Senden benim için Rabbimden şunları istemeni rica ediyorum. Allahın beni dininin hizmetçisi kılmasını...Beni en sevdiği sıfatı olan ilim sıfatına layık görmesini.. Bana keskin zeka, sağlam irade ve hayırlı ilim vermesini... Allahın beni sevip sevdiği kulları arasına ilhak etmesini, kalbimdeki kötülük duygularını silip, onu kendisinin sevgisi ve senin sevginle doldurmasını.... Beni dinin nurunun tamamlayıcılarından biri olarak kabul etmesini... Dualarımı kabul etmesini istiyorum...

Ey Allah’ın Rasulü Efendimiz..!

Senden istediğim bu duaları, ailem, arkadaşlarım ve tüm inanan insanlar için de istiyorum.. Bu duaları bizim için Allah’a ulaştırmanı senden istirham ediyorum. Bu cür’etimden dolayı kusuruma bakma!...

Duana ve Şefaatine muhtacız...

Sevgili Peygamberim....” 

Nurten ÇANKAYA 

Sen yoktun...

Hz. Âdem’deydi nurun

Önce cenneti,

Sonra yeryüzünü şereflendirdin.

Âdem nuruna affedildi

Arafat bu affa şâhitti

 * * *

Sen yoktun

Nuh’un gemisindeydi Nurun...

Dalgalar yeryüzünü boğarken

Taprağın bağrındaki su

Gökyüzüyle buluşurken

Ve bu bir ilahi azap derken,

Allah nurunu taşıdı bin bir sebeple

Tûfan, nurunu selamladı  edeple...

 * * * 

Sen yoktun...

Hz. İsmail’in alnındaydı Nurun

İbrahimî bir dua yükseldi kimsesiz çöllerden

“Rabbimiz” dedi,

“Onlara kendi içlerinden

Senin ayetlerini okuyacak

Kitap ve hikmeti öğretecek onlara,

Onları temizleyecek bir elçi gönder,

Amin dedi on sekiz bin âlem

Nurunla aydınlanan minicik ellerini semaya kaldırarak

Amin dedi İsmail.

Hira Nur dağı amin diyerek ayağa kalktı

Medine’den adı Uhud olan bir amin yankılandı sevr dağında.

* * * 

Sen yoktun...

Hz. İsa “Ahmed” diye muştuladı seni

Alemlerin efendisi diye sana seslendi.

Artık ben sizinle çok söyleşmem, dedi havarilerine..

Çünkü bu âlemin reisi geliyor...

Bekleyin Ahmed geliyor.

Kainata rahmet geliyor.

Havarilerin yüzünü okşayan,

Ölüleri dirilten bir nefes oldun

Ama sen yoktun...

* * * 

 Sen yoktun Sultânım,

Hz. Abdullah’ın alnındaydı Nurun   

Başı eğik gezerdi mazlum

Kuteyle göklerden seni sorardı

Varaka seni arardı semada

Anneler kız çocuklarını hep ağlayarak sevdiler.

Ağlayarak süslediler ölüme...

Ağlayarak hadi dayına gidiyorsun dediler.

Sen yokken,

Canlı canlı toprağa gömülmenin adıydı dayıya gitmek.

Anne yüreğinin çıldırtan çaresizliğiydi.

Ve yavrusunun ölüme gidişini seyretmesiydi...

En son çocuk atılırken çukura

Annesinin suretinde bir melek tuttu onu

Ve tebessüm ederek hira nur dağını gösterdi.

Melekler süslüyordu hirâyı.

Efendisine hazırlanıyordu cebel-i nur,

Efendisine hazırlanıyordu Mekke.

Âlem Efendisine hazırlanıyordu

Kainatın gözü Hz. Amine’deydi.

Toprak yalvarıyordu rabbine,

Allahım gönder artık diyordu.

Gel diye ağlıyordu mazlumlar, gözleri semada

* * * 

Ve bir gelişin vardı ya rasulallah,

Bir inişin vardı yer yüzüne...

Önünde cebrail!

Ardında yalın kılıç melekler!

Bir inişin vardı yer yüzüne...

Yetimler en huzurlu geceyi geçirdi belki de

Öksüzler annelerine sarıldı doya doya.

Sonra bir sessizlik kapladı seher vaktini.

Herşey sus pus olmuştu.

Hadi diyordu yıldızlar, Hadi diyordu ay!

Kainat bir isim duymak istiyordu.

Ve bir ses yükseldi Âmine’nin evinden;

Muhammed!

Karanlıklar aydınlığa bıraktı yerini.

Muhammed!

Melekler öptü o nurdan ellerini.

Muhammed!

Seni yaratan Allah’a kurbânız ey dürr-i yekta!

Sana o adı veren rahmana kurbanız

* * * 

Artık sen vardın

Susuz topraklara rahmet indi seninle

Annenden sonra anne halime sevindi seninle

Yağmura mı ihtiyaç var?

Kaldır şehadet parmağını,

Yağmurları salsın Allah.

Sonra tut ağacın yaprağını,

Köklerini çıkarttırıp yanında yürütsün Allah.

Yeter ki sen iste,

Sen iste ya rasulallah

Deki ben kimim?

Dağlar, taşlar dile gelsin,

Dilsiz çocuklar ellerinden tutup,

Ente Rasulullah desin.

 * * *

Sen vardın

Bedir kârdı,

Uhut dardı

Hendek yârdı.

Yiğitlerin vardı.

Ölmek için yarışan yiğitler...

 * * *

 Hele bir enesin vardı senin.

Enes bin malik...

Uhut’ta öldüğünü duyunca arkadaşlarına,

Niye burada oturuyorsunuz diye sormuştu.

Onlar da

“Allah’ın Rasulü öldürülmüş deyince

Enes kükremiş:

“Peki o öldükten sonra yaşayıp da ne yapacaksınız?

Kalkın ve O’nun gibi ölün!” demişti.

Ve savaşın en yoğun olduğu yerde şehit düşmüştü.

Hem de ne şehit  ey nebi!

Vücudu yaralardan tanınmaz haldeydi.

Kız kardeşi ancak parmaklarından tanıdı onu...

* * * 

Musab Bin Umeyr’in vardı senin.

Uhut’ta sancağını taşıyan.

Öyle bir aşkla sana bağlıydı ki

Allah o gün  melekleri Musab’ın suretinde indirdi.

Ebu Hureyre’n vardı...

Acıkınca mescidin önünde durur sana bakardı.

Sen anlardın,

Ya Ebâhir gel! Derdin.

 * * * 

Ve sen gittin...

Bir gidişle gittin

Ardında hüznün kaldı.

Hasretin kaldı göklerde.

Bilal ezan okuyamaz oldu

Ne zaman teşebbüs etse

Muhammed Rasûlullah demeye

Dizleri üstüne çöker, kendinden geçerdi.

* * * 

Sonra günler ay,

Aylar yıl oldu.

Ve asırlar oldu

Sensizliğe açtık gözlerimizi.

Ama sen bırakmazsın bizi.

Sen varsın  ey şehitlerin sultanı

Sen varsın!

Bir şehit bile ölmezken

Sana nasıl yok deriz.

Ebu talip şama giderken  devesinin önüne geçip

Beni burda kime bırakıp gidiyorsun demiştin.

Ne anam var ne babam...

Ebu talip bırakmamıştı bu yüzden .

* * * 

Sensizliğin ızdırabıyla inleyen  ümmetini kime bırakıp gidiyorsun Ya Rasûlallah!

Bırakma bizi ki; Allah;

Sen onların içindeyken onlara azab edecek değiliz buyuruyor.

Bırakma bizi!

Hayatı seninle öğretti Rahman.

Kulluğu seninle tanıdık.

Duayı senden öğrendik sevgili!

Hz Ömer umre için senden izin isteyince,

“Kardeşcik” dedin ona,

Kardeşcik, duanda bana da yer ayırır mısın ?

Bizler Ömer değiliz ama

Bütün dualarımız senin için

* * * 

Ey Rabbimiz!

Resulünü anışımızdan haberdar et!

O’na binler salat, binler selam!

Habibine Makam-ı Mahmut’u ver

O’na vesileyi lutfet.

O’nu refik-i Âlâya yükselt

Bizi de affet

O’nun hatırına affet

Zatının hatırına Affet.

 

Dursun Ali ERZİNCANLI 

Bilinmeyen Yönleriyle Peygamber

Her şey, ilk kez okuduğumda beni heyecanlandıran bir eseri, son okuyuşumda duyduğum taze bir heyecanla başladı. İlk okuyuşumun üzerinden neredeyse on yıl geçmişti ve bu, belki yedinci, belki sekizinci okuyuşumdu. Bu eseri okumayı seviyordum, zira dünyama Hz. Peygamberin hayatından hatıralar ve hisseler taşıyordu. Bu elbette güzeldi de, son okuyuşumda fark ettiğim bir husus çok daha güzeldi. Edison bin buluşuyla gelse, bu son okuyuşum esnasında keşfettiğim bir hususu onlarla değişmezdim.
Sözü uzatmadan söylemem gerekirse, okuduğum eser, ‘Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ adını taşıyor ve Hz. Peygamberin(a.s.m.) peygamberliğine delil olarak gerçekleşen üçyüzden fazla mucizeyi anlatıyordu. Bu eserde yeni fark ettiğim husus ise, bu mucizelerin tasnif edilme biçimiydi. Kitabın yazarı, ‘kâinattan Yaratıcısını soran bir seyyahın gözlemleri’ suretinde yazdığı ‘Âyetü’l-Kübra’ adlı eserin de yazarıydı. Ve, sekizinci okumamda nihayet fark edebildiğim üzere, Hz. Peygamber’in mucizelerini anlatırken, kâinatın bir Yaratıcının varlığını nasıl gösterdiğine dair eserde var olana benzer bir tasnifte bulunuyordu. Âyetü’l-Kübra risalesinde kâinat içinde gökyüzü, yeryüzü, hayvanlar, ağaçlar, cansız maddelerin.. birer ayrı âlem olarak Allah’ı bildirdiği nasıl ayrı ayrı anlatılıyorsa, mucizelere dair risalede de, Hz. Peygamberin mucizeleri, ‘ekser enva-ı kâinattan birer mucizeye mazhar’ olduğu vurgusuyla, ‘taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut.. tâ aydan güneşten, yıldızlara kadar her taife’ye göre tasnif ediliyordu. Sonuç, kâinatın her bir nev’inin ‘kendi lisan-ı mahsusiyle ve ellerinde birer mucizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışladığı’ydı.
Hz. Peygamberin mucizelerine böyle bakınca, kâinat ile Peygamber’i içiçe, yan yana düşünür hâle geliyordu insan. Peygamber aleyhisselamı kâinat içinde düşünür hâle geliyordu. Benim için yeni olan bir husustu bu; Hz. Peygamber’e dair bakışımı değiştirip geliştiren bir husus...

Bu, fark etmeyi nasip ettiği için Rabbime şükür borçlu olduğum bir husustu elbette. Ama, yine şükürler olsun ki, ilgili risale vesilesiyle keşfettiğim tek husus da değildi. Aynı risalenin sayfaları arasında ilerlerken bir dipnotta karşıma çıkan kısacık bir ibare, bir büyük hakikatin ipucu olarak çıkacaktı karşıma. İbare şuydu: “Kur’ân, İsm-i Âzama mazhar olan Resûl-i Ekrem aleyhissalatu vesselamın pek büyük ve pek parlak derece-i imanını ifade ediyor.”
Nasıl bu risalenin bütününden kâinat-Peygamber içiçeliği dersini almışsam, onun içindeki bu cümleden de, Kur’ân-Peygamber içiçeliği dersini almıştım. Bu cümle, “Resûlullah’ın(a.s.m.) hayatını merak ediyorsan, en başta Kur’ân’a bakmalısın” diye düşündürmüştü bana. “Onun hayatını bildiren bir siyer arıyorsan, en başta, Kur’ân’ı okumalısın. Onun neye nasıl inandığını öğrenmek istiyorsan, cevabı Kur’ân’da aramalısın.”
Öyle yapmam gerekirdi, zira o, Kur’ân neye bakmayı emrediyorsa ona bakmış, Kur’ân neyin tefekkürünü istiyorsa onu tefekkür etmiş, Kur’ân ne yapmayı emrediyorsa yapmış, neden sakınmayı emretmişse sakınmıştı. Mü’minlerin annesi Hz. Âişe’nin “Onun ahlâkı Kur’ân’dı” sözünün zımnında da, işte bu mânâ vardı.
Madem öyle, şöyle bir muhakeme zincirini pekâlâ kurabilirdim. Kur’ân insanı kâinatı tefekkür etmeye çağırıyor; demek ki, Resûlullah kâinatı tefekkür etti. Kur’ân, “Bakmazlar mı göğe; nasıl bina edip süslemişiz?” diyor, demek ki Hz. Peygamber göğe baktı ve bu nazarla baktı. Kur’ân, “Bakmazlar mı dağlara?” diyor, demek ki Hz. Peygamber Kur’ân’ın istediği şekilde dağlara baktı. Kur’ân “Bakmazlar mı kuşlara!” diyor, demek ki Resûlullah “Onları Rahman’dan başka kim tutabilir ki!” diye düşünerek kimbilir kaç kez kuşları seyre daldı. Kur’ân “Bakmazlar mı deveye; nasıl yaratıldı?” diyor, demek ki Hz. Peygamber deveye baktı ve yaratılışı üzerinde düşündü. Kur’ân sivrisineği, yaprağı, narı, üzümü, hurmayı, sütü, inciri, yağmuru, rüzgârı.. Allah’ın varlığının delilleri olarak zikrediyor; demek ki, Resûlullah bütün bunlara bu nazarla baktı, onları bu nazarla gördü.
İşte, ilgili risaleye bir dipnot suretinde yerleşmiş o kısacık cümlenin arka planında böyle bir anlam derinliğinin saklı olduğunu keşfettiğimde, en başta fark ettiğim içiçelik, üçüçeliğe dönüşmüştü artık. Kâinat-Kur’ân-Resûlullah; içiçe, üçüçe idiler. Öyleyse, Resûlullah’ın kâinata nasıl baktığını Kur’ân’dan anlayabilir; Kur’ân’ın nazarıyla kâinata nasıl bakılacağını da Resûlullah’ın hayatından öğrenebilirim demekti bu...

Buradan gerisi, uzun ama nisbeten kolay bir yolculuktu. Mucizat-ı Ahmediye Risalesi yazarından yol boyu neye nasıl bakmam gerektiğine dair bir rehberlik edinmiştim. İş yürümeye kalıyordu artık.
Gelin görün ki, her hayırlı hizmetin başına dikilen muzır mani, yakamı burada da bırakmamıştı. İkide bir, böyle bir çalışmaya ‘lâyık olup olmadığımı’ soruyordu bana. İstediği cevap, “Lâyık değilim; o halde bırakayım Resûlullah’ın hayatını öğrenmeyi” dememdi şüphesiz. Büsbütün başarısız olduğunu söyleyemezdim. Ama, kendimi hadislere ulaşma konusunda liyakatsız ve ehliyetsiz bulsam da, en azından liyakatına ve ehliyetine güvendiğim bir büyüğüme ricacı olmayı becermiştim. Aldığı medrese eğitimi, yoğunlaştığı İslâmî araştırmalar, yazageldiği yazılar ve kitaplar, yaşaya geldiği hayat itibarıyla ona da liyakatsız diyemezdi ve diyememişti şeytan-ı racîm.
İlgili büyüğüme ‘kâinat içinde Peygamber’i bize bildiren hadisler gözüne ilişirse beni de haberdar etmesi ricamın üzerinden iki hafta geçmemişti ki, bir gün, sonraki seneler boyu bir hatıra olarak dosyalarım arasında sakladığım bir küçük kağıdı masamda gördüm. Peygamber aleyhisselamın Ebu Talha adlı sahabinin Beyruha adlı bahçesine sık sık gidip tefekkür ve tenezzühte bulunduğu yazıyordu bu kısa notta. Elbette, kaynağını da zikrederek.
Sevinmiştim. Doğru iz üzereydim demek ki. Devam etmeliydim.
Ne var ki, fazla zaman geçmeden araya engeller girdi, mekânlar değişti, iletişim imkânları koptu, o yüzden elimdeki birkaç notla kalakaldım. Elimdeki notlar, doğru iz üzere olduğumu gösteriyordu gerçi, ama bu konudaki merakımı karşılamaya gene de kâfi değildi. Daha fazlasını, daha da fazlasını istiyordum; aklı ikna etmekten öte, nefsi de teslime mecbur edecek kadar fazlasını.
Nice hallerden sonra girdiğim yeni iş ortamında ‘iş icabı’ okuduğum bir kitapta karşıma çıkan bir hadis, içimdeki bu merakı tekrar alevlendiren bir kıvılcım oldu benim için. Hz. Peygamber’in amcasının oğlu ve hanımı Hz. Meymune validemizin de yeğeni olan Abdullah b. Abbas, rivayet ettiği bu hadiste, bir gece yanlarında kaldığı Resûlullah’ın gecesini anlatıyordu bize. O sıralar yaşı onbeşe yakın bir gençti Abdullah, uyumayıp Resûlullah’ı gözetlemiş; bir miktar uyuduktan sonra uyanan Resûlullah’ın, yeryüzünde ortalığın sessizliğe büründüğü, şimdiki gibi yerdeki ışıkların perdelemediği karanlık gökyüzünde ise yıldızların olanca güzellikleriyle parıldadığı bir halde evinin avlusuna çıkıp yıldızları seyrettiğini görmüştü. Bu gece manzarasını uzun uzun seyrettikten sonra, “Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır” âyetini okumuştu Resûlullah. “Onlar göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler. ‘Rabbimiz!’ derler, ‘Sen bunu boşuna yaratmadın!’” âyetini de... Ondan sonra durmuştu teheccüd namazına.
Okuduğum kitabın bu hadisin kaynağı olarak gösterdiği Buhârî’yi bir bütün olarak taramaya başladığımda ise, hayatımın sonraki on yılının hadislerle yoğrulacağından habersizdim. Bu tarama işlemi sona erdiğinde ilgili risaleden çıkardığım dersin doğruluğuna iyice kanaat getirmiş durumdaydım. Nitekim, elimde sayfalar dolusu notlar, zihnimde ise Kurân-kâinat-Resûlullah içiçeliğine dair, sayfalarda olandan da fazla hatıralar vardı.
Sonra, Resûlullah’ın hayatıyla bir şekilde ilgili belki yüzü aşkın kitabı ‘iş icabı’ okuduğum yıllar geldi. Bu okumalar esnasında, ‘kâinat içinde Kur’ân’ konusu, bir fon müziği gibi arka planda varlığını hep sürdürdü ve her bir okumamdan bu konuya dair malzemeler devşirmemi sağladı. Bunlara ilaveten, Kütüb-ü Sitte’yi ve başka bazı hadis külliyatlarını da taradığımda, Hz. Peygamberin hayatının en önemli veçhelerinden bir kısmının nasıl olup da nazarımızdan saklı kaldığına şaşırıp kalmlış durumdaydım.
Maamafih, saklı kaldığını düşünüyorsam, gün yüzüne çıkarmak boynuma borçtu. Bunlar bir yazıya, hatta bir kitaba sığacak durumda olmasa da; dilimin döndüğü, kalemimin yettiği, sayfaların elverdiği kadarıyla anlatmalıydım bunu. Sözlü olarak bunları aktardığım arkadaşlarımın yüzlerindeki parıltı, bunları kesinlikle yazıya dökmem gerektiğini söylüyordu bana.

Görülen o ki, yazılan siyerlerin elbette kalın harflerle anlattığı kritik olaylara ve özel günlere odaklanan zihnimizden, ‘herhangi bir günü’nde Peygamber tablosu gizlenmişti. Bedir’in, Uhud’un, Hayber’in.. elbette özel bir yeri ve önemi vardı gerçi. Ama, o özel günlerde sergilenen özel haller, ‘herhangi bir gün’de her daim yaşanan bir genel hâlin meyvesi ve neticesiydi. Özel günlerdeki özel hâl, her gün yaşanan hâlin sonucuydu esasen. O halde, özel günlere odaklanmış şekilde yazılan siyerlerin ardında, ‘herhangi bir gün’e dair ‘yazılmayan siyer’e ulaşmalıydı zihnimiz.
İşte, bu ‘herhangi bir gün’ün en aşikâr veçhelerinden biriydi Resûlullah’ın kâinat tefekkürü. Ve, Kur’ân’ın talimiyle onu ‘en güzel örnek’ bilen sahabiler için geçerli olan da buydu. Kâinat ve peygamber. Kâinat ve sahabiler.
Meselâ, bir Bedir’de Hz. Peygamber ile ashabının sergilediği benzersiz tavırdan haberdar olanlarımızın kaçta kaçı, Bedir sonrasında henüz müşrik olan Cübeyr b. Mut’im’in kalbinin ilk kez imana ısındığı şu manzaradan haberdardı ki... Akşam üzeri. Güneş kırmızı bir tepsi suretini almış, son huzmelerini hurmalıkları arasından Mescid-i Nebevîye gönderiyor. Resûl-i Ekrem, kendi ifadesiyle ‘susması tefekkür, konuşması zikir, bakışı ibret bakışı’ olan bir güzel örnek olarak, fikir-zikir-ibret hâli üzere. Etrafındaki sahabiler ise, yeni bir günün dağların arasından kaybolmaya başladığı bu büyük dönüşüm vaktini az sonra okunacak ezanın akabinde namazla karşılamak üzere, abdest için koşuşturuyorlar... Böyle bir akşam üzeri manzarası var mıydı Asr-ı Saadet’e dair zihinlerimizde?
Başka bir akşam üzeri, yanında bir sahabisi olduğu halde gurub eden güneşi seyreden bir Resûlullah manzarası... Bu akşam vakti, yanındaki Ebu Zer’e “Yâ Eba Zer! Biliyor musun, güneş nereye gidiyor?” diye soracaktır Peygamber(a.s.m.). Ebu Zer, o güzelim sahabi edebiyle, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” diyecek, bunun üzerine Resûlullah kendi sorusunu şöyle cevaplayacaktır: “Arşın altında Rabbine secde etmeye...” Kâinatın içinde insanoğlunun çıplak gözle gördüğü en büyük şeydir güneş. Ve onu seyre dalan Peygamber, güneş gibi en büyük bir cirmi dahi Rabbinin emrine tâbi sâcid bir âbid olarak seyretmektedir. Bir akşam üzeri güneşi bu nazarla seyrederken, hepimize ‘her sabah başını secdeden kaldırıp Rabbinin huzurunda kıyama duran, ikindi vakti rükûa eğilen, akşam vakti tekrar secdeye kapanan bir güneş tasavvuru’ sunarak hepimize kâinatı seyrin adabını öğretmektedir o.
Onun bu şekilde seyrettiği tek nesne değildir güneş. Ashabından Abdullah b. Selam’ın haber verdiği üzere, “Resûlullah aleyhissalatu vesselam oturup konuştuğu zaman çok sık nazarını semaya çevirirdi” ve nazarını semaya çevirdiğinde gördüğü şey hilâl olduğunda da, doyumsuz tefekkür örnekleri sergilerdi. Bir keresinde, yeni hilâli görüp seyrederek, “(Ey hilâl!) Benim de, senin de Rabbin Allah’tır” buyurmuştu meselâ. Bir diğer vakit, yine yeni hilâle yüzünü dönüp, “Seni yaratan Allah’a inandım” buyurmuştu.
Onun yıldızlı bir gecedeki gökyüzü manzaraları karşısında nasıl bir tefekkür hâli yaşadığını gören tek insan, daha önce zikrini ettiğimiz amcasının oğlu Abdullah değildir bu arada. Bir sefer esnasında gece vakti Resûlullah’ın hâlini merak eden bir sahabi de, uyandıktan sonra yüzünü göğün ufkuna çeviren, daha önce zikrettiğimiz âyetleri okuyan, sonra abdest alıp namaz kılan, sonra yatan, biraz sonra tekrar uyanan, sonra tekrar göğe bakıp yine tefekkür âyetlerini okuyan, sonra tekrar namaz kılan bir güzel örnek görür o kudsî nebînin gecesinde. Hz. Âişe ise, bu hâli Resûlullah’ın gece tefekkürüne dair umumî bir hal olarak rivayet etmekte, onun ilgili tefekkür âyetlerini okuduktan sonra, şöyle dediğini de zikretmektedir: “Bu âyeti okuyup da uzun uzun tefekkür etmeyenlerin vay hâline!”
Resûlullah’ın karanlık gecede yaldızlı ve yıldızlı gökyüzünü seyredip tefekkür edişine dair başkaca hadisler vardır. Gündüz vakti yine yüzünü göğe çevirip bulutları, kuşları yahut yağmuru seyredişinden haber veren hadisler de o kadar çok sayıdadır. Gök gürleyip şimşek çakınca, dudağından, “Allah’ım bizi gadabınla öldürme, azabınla da helâk etme. Bundan önce bize afiyet ver” duası dökülür Resûlullah’ın. Rüzgâr estiği zaman ise, “Allahım! Senden bunun hayrını ve bunda olan hayrı ve bunun gönderiliş maksadındaki hayrı istiyorum. Bunun şerrinden, bunda olanın şerrinden, bununla gönderilen şeyin şerrinden de sana sığınıyorum” incileri sıralanır diline. Yağmur yağdığında ise, göğsünü yağmura açan bir Resûlullah manzarasını tekrar tekrar görür sahabiler. “Bunu niye yaptınız yâ Rasûlullah?” diye soran ashabına verdiği cevap müthiş derecede güzel, müthiş derecede öğretici ve anlamlıdır: “Bu, az önce Rabbiyle beraberdi.” Yahut: “Bunun Rabbiyle ahdi yeni!”
Resûlullah’ın kâinatla içiçeliğine, kâinat içinde kâinatı tefekkür âyetlerini tefekkür ve tezekkür edişine dair en çarpıcı tablolardan biri ise, onun bahçeler ve hurmalıklar içerisinde sergilediğidir. Ensârdan herhangi bir zâtın bahçesine tefekkür için giden Resûlullah tablosu, biz bundan habersiz de olsak, ashabından gizli değildir. Yalnız Ebu Talha’nın bahçesinde ve yalnız Beyruha kuyusu başında görmüş değildir onu sahabiler. Meselâ Ebu’l-Heysem et-Teyyihan, bahçesine su çevirdiği bir vakit Resûlullah’ın bahçesini şereflendirmesi gibi bir lezzeti yaşamıştır. Keza Kuba köyündeki, Gars kuyusunun bulunduğu bahçeye zaman zaman gittiğini bilir sahabiler. Yahut Eris kuyusunun bulunduğu bahçeye. Ki, bir gün Resûlullah’ı arayan ve ne evinde ne mescidinde onu bulamayan Ebu Hureyre onu Neccar oğullarına ait bir bahçede tefekkür hâlinde bulduğu gibi, Ebu Musa el-Eş’arî de bir gün Eris kuyusunun kenarına oturmuş, ayaklarını kuyuya sarkıtmış, bahçe içindeki ilâhî sanat tablolarını seyredip tefekkür eder halde bulmuştur Resûlullah’ı. Ve yazık, çok yazık, çok çok yazık ki, bizim zihnimizden gizlenen, hadislerde açıkça yazıldığı halde gözümüzden ırak düşen bir tablodur bu: bir bahçede tefekkür eden, öyle ki, sıcak bir günde ayaklarını kuyuya sarkıtmış halde tefekkür eden bir Resûlullah... Ne kadar kuşatıcı ve sıcak; ama bizim hayal ve havsalamızdan ne kadar da uzak!

Biliyordum, bu örnekler, kimileri için hâlâ daha, bu ‘kâinat içinde Peygamber’ tablosunu hayal ve havsalaya yaklaştırmada yeterli olmayabilirdi. Biliyordum, zira kendi içimde de bu yönde itirazlar geliştiren biri olagelmişti durmaksızın. Ama, vesveseye düştüm diyen bir sahabisine “İmanını vesvese düzeyine çıkaran Allah’a hamdolsun” buyuran sevgili Peygamberin bu hadisinde dikkat çektiği şekilde, içime üflenen bu şüphe Hz. Peygamberin(a.s.m.) kâinatla içiçeliğine dair yeni, yepyeni yüzlerce delille daha tanıştırmıştı beni: kıyaslar. Zira, Resul-i Ekrem(a.s.m.), zihinlerin hakikate yaklaşmasında bir köprü işlevi gören kıyaslar içerisinde, zımnen, kâinatı nasıl da dikkatle gözlemlediğine, neleri nasıl gördüğüne dair deliller de sunuyordu nazarımıza.
Meselâ, Allah’ın kulları üzerindeki merhametinden bahsederken, “At, yavrusuna basmamak endişesiyle ayağını bu sayede kaldırır” buyuruyordu o. Yahut, “Kalb, rüzgârların çölde bir sağa bir sola savurduğu kuş tüyü gibi, şekilden şekle girer” buyuruyordu. Veyahut, Allah’ın sadakayı nasıl büyüttüğünden bahsederken, “Tıpkı” diyordu, “Tıpkı sizin bir tayı veya bir yavru deveyi büyütmeniz gibi.” Mü’min ile münafıkı anlatırken kullandığı misal, hurma ve çam ağaçlarıydı. Kulların ettiği tesbihatın Arşın etrafında nasıl döndüğünü anlatırken kullandığı misal ise, “kovan etrafındaki arıoğulu’ misaliydi.
Şu temsiller de, onun kâinatı nasıl gözlemlediğine ve kâinat üzerinden nasıl bir tefekkür hasıl ettiğine dair güzelim örneklerdi; ama yegâne örnekler değil:
“Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.”
“Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcırböcekleri ve pervane böcekleri düşmeye başlayınca onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulup ateşe girmeye çalışıyorsunuz.”
“Kur’ân okuyan mü’minin misali portakal gibidir. Kokusu güzel, tadı hoştur. Kur’ân okumayan mü’minin misali hurma gibidir. Tadı hoştur, fakat kokusu yoktur. Kur’ân’ı okuyan facirin misali reyhan otu gibidir. Kokusu güzeldir, tadı acıdır. Kur’ân okumayan facirin misali ebucehil karpuzu gibidir, tadı acıdır, kokusu da yoktur.”
“Allah’ın benimle gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bir araziye düşen yağmur gibidir. Bazı araziler var, tabiatı güzeldir, suyu kabul eder, bol bitki ve ot yetiştirir. Bir kısım arazi var, münbit değildir, ot bitirmez, ama suyu tutar. Onun tuttuğu su ile Cenâb-ı Hak insanları yararlandırır: Bu sudan kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir araziye daha isabet eder ki, bu ne su tutar, ne ot bitirir.”
Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam dolu kursaklarla dönerler.”
“Şüphesiz ki, Allahu Teâlâ sığırın otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi, sözü ağzında evirip çevirerek lügat parçalayan erkeklere buğzeder.”
“Sübhanallahi velhamdulillahi ve lâ ilahe illallahu vallahu ekber demeyi tavsiye ederim. Zira bu kelimeler günahları döker; tıpkı ağacın yaprakları dökmesi gibi...”
Hz. Peygamberin(a.s.m.) aklı bir hakikate yaklaştırmak için kullandığı böylesi kıyas ve temsiller ile farkına vardığım bir diğer özelliği de vardı: gündelik hayatın içinde sergilediği tefekkür hâli... Meselâ, Medine için, “Burası Taybe’dir. Deccal’i sürer çıkarır—tıpkı körüğün demirin pasını çıkardığı gibi” buyuruyordu o. Tutulduğu sıtmaya söven bir kadına ise, “Sakın hummaya sövme. Çünkü o, insanların hatalarını temizlemektedir—tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlediği gibi” buyurmuştu bir keresinde. Bir başka sözünde, yine ‘körük’ misali vardı: “İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince, ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın.”
O, o zaman, hatta şimdi bile çok insanın gördüğü bir gündelik hayat manzarasından bu hakikatleri devşirmişti işte. Bir demirci dükkanında gördükleri, birbirinden güzel böylesi hakikatlere misal olmuştu onun dünyasında. Evet, âyetin söylediği üzere, müşrikler çatlasa da, patlasa da, ‘çarşı pazarda dolaşan’ bir kudsî nebiydi o. Ve, çarşı pazarda dolaşırken gördüğü bir manzaradan çıkardığı bu güzelim derslerle, gündelik hayatın içinde her hâlükârda çarşı pazarda da bulunan bizlere, ‘gündelik hayat’ı tefekkür konusu yapmanın dersini veriyordu.
Gözünü sevdiğim, özünü sevdiğim, sözünü sevdiğim o şanlı nebînin gündelik hayatın içinden çıkarıp devşirdiği başka öylesi misaller vardı ki bizimle hakikat arasında bir güzel köprü olan. Hangisini seçip koysaydım ki? Hepsi güzeldi. Galiba, en doğrusu, birkaçını zikredip, gerisini meraklı nazarların hadis yolculuklarına havale etmekti:
“Haset hayırları yer bitirir, tıpkı ateşin odunu yiyip tükettiği gibi. Sadaka hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürmesi gibi...”
“Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın kulunun tevbe etmesinden dolayı duyduğu hoşnutluk, herhangi birinizin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden daha büyüktür.”
“Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.”
“Benim dünyayla alâkam ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağaç altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.”
“Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır; Allah’ın koruluğu da haramlarıdır...”

Susması fikir, konuşması zikir, bakışı ise ibret bakışı olan kudsî nebi, gündelik hayatın içinden böylesi fikirler ve ibretler çıkarıp sunmuştu bize. Böylece, en önemlisi, gündelik hayatı tefekkür ve ibret konusu yapmanın yolunu ve usulünü sunmuştu.
Onun gündelik hayatın içinde sunduğu ve ne yazık ki yeterince bilinmeyen bir husus ise, ‘rahmeten li’l-âlemîn’ olarak yaşadığı mütevazi hayatta. Yamalı pabuç giymekten erinmeyen, sert arpa ekmeği yemekten çekinmeyen, evini süpürüp söküğünü dikmeyi ar edinmeyen bir büyük tevazu timsaliydi o. Medine’nin çocukları ise, yeni gelmiş turfanda meyveleri en önce kendilerine ikram eden, oyunlarını seyredip zaman zaman tezahüratta bulunan, kendilerini devesinin terkisine almasıyla şereflendikleri bir nebi olarak tanımışlardı onu.
On sene hizmetinde bulunan Enes ise, onu, diğer çocuklardan çok daha fazla tanıyordu. Ana bir kardeşi Abdullah’ı doğduğunda ona götürdüğünde, kendisini devesine katran sürer halde görmüş ve bu tevazu tablosunu hiç unutmamıştı. Kuşlarla oynayan bir diğer kardeşi Ebu Umayr’ın bir kuşunun ölümü üzerine duyduğu üzüntüye mukabil, Hz. Peygamberin onu taziyeye gidişini de. Hiç mi hiç unutamadığı ise, on senelik hizmeti boyunca, unuttuğu veya yanlış yaptığı şeyler de olsa, kendisinden asla bir çirkin söz veya bir azar duymamış olmasıydı.
Nasıl duyabilirdi ki? Onu, Ensârdan bir zâtın bahçesine girdiğinde kendisini farkedip inleyen ve gözlerinden yaşlar akan bir devenin yanına gidip, devenin gözyaşlarını silen, sahibine ise bundan sonra ona iyi davranmasını emreden biri olarak da tanıyordu. Deveye bu kadar şefkat eden bir nebi, insana, hele Enes gibi bir gence, hele Ebu Umayr gibi bir çocuğa neden şefkat etmesindi ki?
O ki, bir diğer genci, Zeyd b. Erkam’ı gözündeki bir ağrı sebebiyle ziyaret edendi.
O ki, Sabit b. Kays b. Şemmas’ın hasta iken yanına gidip, “Ey insanların Rabbi! Sabit b. Kays b. Şemmas’tan acıyı kaldır” diye dua edendi.
O ki, bir Yahudi gencinin hastalandığını duyduğunda ziyaretine giden, başucunda oturan, İslâm’a davet eden, yanında duran babasının da onay verdiği bir atmosferde gencin şehadet kelimelerini söyledikten sonra vefat etmesi üzerine de, “Onu benim vesilemle ateşten kurtaran Allah’a hamd olsun” diyendi.
O ki, yirmi gün boyunca yanında bulunan Malik b. Huveyris gibi bir grup genci, anne-babalarını özlediklerini anlayınca, özledikleri yere gönderirken, “Resulullah(a.s.m.) çok merhametli ve şefkat dolu bir kimseydi” diye bir iz bırakmıştı dünyalarında.
Şefkati, merhameti ve nezaketi o derece idi ki onun, defaatle uyarmıştı sahabilerini: Bir meclisin içinden geçerken, sırtınızda veya elinizde ok varsa, okun demir kısmını tutun ki, birine zarar vermeyin. Birine kınından çıkmış kılıç uzatırken, kabzasını tutabileceği şekilde uzatın ki, eli zarar görmesin. Bir mecliste size meselâ hurma ikram edilmişse, arkadaşlarınızdan izin almadan hurmayı ikişer ikişer yemeyin.
Gündelik hayatın içinde, tefekkürüyle birlikte, böylesine incelikli, böylesine nezaketli, böylesine latif, böylesine şefkatliydi o.
Öyle ki, ona ikramda bulunmak, hiç kimseye ağır gelmez; zira hiç kimse, onun hiçbir vakit bir yemeğin aleyhine laf ettiğini görmezdi. Yemekte de, yapanda da kusur aramazdı o. Üvey oğlu Hind’in söylediği üzere, “Ne kadar ince olursa olsun nimete saygı gösterirdi. Nimetin hiçbir şeyini kınamazdı.” Sirke ve ekmekten başka bir şeyin olmadığı sofralar, “Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık!” diye tekrarladığına şahit olmuşlardı onun. Etrafında cüzzamlı bir kimsenin bulunduğu bir sofra, cüzzamlının elinden tutarak, kendisiyle birlikte elini tabağa koyup “Allah’a güvenerek ve O’na tevekkül ederek ye!” buyurduğuna şahit olmuşlardı onun. Yemek yemekte zorlanan bir hasta, yumuşaklığına binaen, “Kek ister misin?” diye sorduğuna şahit olmuştu onun.
O ki, sahabisi İbn Ebi Evfa’nın anlattığı üzere, “Dul ve miskinlerle beraber yürümekten ar duymazdı.” O ki, “Biriniz için hizmetçisi yemeğini yapıp getirince, o, yemeğin sıcaklığını ve kokusunu almıştır. Öyleyse, yanına oturtup onunla birlikte yesin. Eğer yemek az ise, hiç olmazsa eline bir veya birkaç lokmalık koysun” buyurandı. O ki, kendisine gelip “Hizmetçimi ne kadar affedeyim?” diye soran bir adama, “Her gün yetmiş kere affet!” buyurandı.
Böylesi nice örneğin şahitliğinde, rahmet peygamberiydi o. “İnsanlara merhametli olmayana Allahu Teâlâ merhamet etmez” diye de uyarandı.
Onun merhameti, insanlarla sınırlı da değildi ayrıca. Bir sefer esnasında, sıcak bir gölgede kıvrılıp uyumakta olan bir ceylan görmüştü de, bir sahabisine, herkes geçinceye kadar orada bekleyip kimseye hayvanı rahatsız ettirmemesini emretmişti. Develer, karıncalar, kuşlar, hatta haşerat bile, onun rahmet yüklü tavsiyelerinden hissedar olan mahluklardı. Mahlukat için, “Konuşamayan bu hayvanlar hakkında Allah’tan korkun!” buyurandı o. “Kendisinde ruh olan hiçbir canlıyı (atışlarınıza) hedef ittihaz etmeyiniz” buyurandı. “Haksız yere bir kuş veya daha küçük bir hayvan öldüren insana Allah mutlaka onun hesabını soracaktır” buyurandı.
Bütün bu tavsiyelerinin ardında ise, şu hikmet vardı: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler.”
O kudsî nebinin nazarımızdan bir derece saklı kalan bir özelliği ise, Rabbimizin küllî rububiyetine karşı sergilediği eşsiz ubudiyet hâliydi. Bu noktadaki dikkatine ve hassasiyetine işaret eden o kadar sözü ve o kadar hatırası vardı ki...
Mutruf b. Abdullah’ın babası bir örneğini zikrediyordu bunun. Kendileri, Benî Âmir heyetiyle İslâm’ı kabul niyetiyle Hz. Peygambere gidip ona “Sen bizim efendimizsin” diye hitap ettiklerinde, “Efendi, Allah’tır” cevabıyla karşılaşmışlardı.
Abdullah b. Büsr ise, kendisinin hazırlayıp Peygamber meclisine getirdiği genişçe bir yemek kabının etrafında biriken sahabiler arasında diz çöküp otururken görmüştü Resûlullah’ı. Ne ki, orada bulunan bir bedevî, garipsemişti bunu. Bir Peygamber, nasıl böyle mütevazi bir halde yemeğe iştirak etsindi ki? Cevap, onun gibi bir peygambere yakışandı elbette: “Allah beni mütevazi bir kul olarak yarattı, kibirli, kasılan biri yapmadı.”
“Yâ Rasûlallah! Benim övmem bir yüceltme, yermem de alçaltmadır” diyen Akrâ’ b. Hâbis ise, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın cevabı karşısında müthiş derecede sarsılmıştı: “Böyle yapmak Allah’a mahsustur.”
Benzer şekilde sarsılan bir diğer kişi, Rübeyy binti Muavviz’in düğününde hamasî şarkılar söyleyen cariyeydi. Resûlullah’ın o ortamda varlığını farkedince, “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber var” diye bir söz eklemişti şarkısına cariye. Resûlullah’ın cevabı bir ubudiyet zirvesiydi: “Gaybı ancak Allah bilir.”
Devesinin kaybolduğu bir sefer ânında, münafıkların “Bu ne biçim Peygamber! Devesinin yerini bile bilmiyor” diye dolaştırdığı laflar kulağına geldiğinde söyledikleri de, manidardı: “Ben bilmem; ben bana bildirileni bilirim.”
Bir başka vakit, devesi Adbâ yarışta birinciliği kaybedince bu durum sahabilere ağır gelmişti de, bu kez, şöyle buyurmuştu o: “Dünyada yükselen birşeyi alçaltmak, Allah’ın değişmez kanunudur.”
O böyle diyebilirdi, zira, Rabbini teşehhüd ile selâm arasında “Öne geçiren de Sensin, geride bırakan da Sen” diye tesbih eden bir nebiydi o. “Bir kul Allah rızası için mütevazi olur, alçalırsa, Allah onu mutlaka yüceltir” diyen nebiydi. “Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl, secde hâlidir” buyuran ve çokça secdede bulunan bir kudsî nebi olarak, “Ben ona günde yüz kere tevbe ederim” de buyurandı. Zira, sergilediği benzersiz ubudiyete rağmen, Rabbine, “Seni lâyık olduğun şekilde sena edemem. Sen kendini sena ettiğin gibisin” diyerek yalvaran ubudiyet zirvesi oydu.

Onun ‘herhangi bir günü’ne baktığımızda, karşımıza, kâinata, gündelik hayata ve de insanın kendi iç dünyasına tam bir dikkat ve rikkatle bakan bir tefekkür ve ubudiyet örneği çıkıyordu karşımıza velhasıl. Burada sunulanlar ise, buna dair, bir kısım örnekler ve delillerdi yalnızca. Bunun tam delili ise, yazılan binlerce hadis külliyatında ve bir o kadar siyerde bin senedir mahfuz halde bulunuyordu. Hepsinden de önce, Kur’ân, her bir âyetiyle, Resûlullah’ın hayatını anlatıyordu bize; neyi nasıl yapıp neye nasıl baktığını ve neye nasıl inandığını anlatıyordu.

Bir keresinde, “Kim bir musibete uğrarsa, benim yokluğum sebebiyle maruz kaldığı musibeti hatırlasın. Çünkü bu, en büyük musibettir” buyurmuştu o kudsî nebi. Bunun en büyük musibet olduğunu gösteren bir vâkıa, onun yokluğunda, onun sergilediği hâl ile aramıza giren, onu bütün yönleriyle tanımamızı engelleyen manilerdi.
Yine de, büsbütün ümitsiz bir durum da yoktu ortada. Zira, geride emanet olarak bıraktığı, elçisi olduğu Hz. Kur’ân aramızdaydı lillahilhamd. Gereğince okumuyor, lâyıkınca amel edemiyor da olsak, aramızdaydı gene. Onun hayatından hatıraları bugünlere taşıyan hadis ve siyer ciltleri, bakışımızın darlığı ve odaklanma biçimimizin noksanlığı yüzünden kendilerinden gereğince istifade edemesek bile, erişilebilir haldeydi yine.
Ve, onun gibi, biz de içindeydik kâinatın. Biraz dikkat ve gayret, onun bize hatıra bıraktığı kâinat karşısında, o Fahr-i Kâinat aleyhisselamın sergilediği tefekkür ve tezekkür iklimine götürebilirdi yine... Yıldızlı gece, mehtaplı akşam, çatlamış toprak, yağmur damlası, gözü yaşlı bir hayvancağız, rüzgârda uçuşan bir tüy, demirciler çarşısı, attar dükkanı, dökülen yapraklar, yüzdeki ben, portakal, reyhan, ebucehil karpuzu, bulut, kuşuyla oynayan bir çocuk.. kısacası gördüğümüz her ne varsa, onun örnekliğinde bizim için bir tefekkür ve ibret konusu olduğu gibi, bize onu hatırlatan bir hatıraya da dönüşerek, onun aramızda yokluğundan hasıl olan hüznümüzü de biraz olsun hafifletebilirdi.
Tıpkı, bana onu bu şekilde hatırlatan Mucizat-ı Ahmediye müellifi Bediüzzaman için olduğu gibi...
Kim bilir, bu yolda yürümek için, içtenlikle isteyerek, dergah-ı ilâhîye ‘özel’ bir dua bırakmamız yetiyordu belki de. Onun öğrettiği bir dua, sözgelimi. Onun sıkça dediği gibi, “Ey kalbleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl” mı demeliydik peki? Yoksa, yine onun dediği üzere, şöyle de denilebilir miydi:
“Allahım! Senden, Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi ve Senin sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim. Allahım! Senin sevgini bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha ileri kıl!” 

Metin Karabaşoğlu

Zafer Dergisinden Alınmıştır.

Vahdet'in Gülü

Ondört asır evvel yine bir böyle geceydi. Kumdan ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi.
Bahardı... Dışarda, kumların üstünde, kahrı da, zehri de zevk adına yutan insanlardı... Çıldırmış azgınlıkların pençesinde beşer bir canavardı. Ve zamanın paslı aynasında eskiyen yürekler kayalar kadardı...

Bahardı... İçerde, Âmine’nin kucağında, nur ile yıkanmış bir Gül kokusu vardı... Kaç bin senedir beklenen yâr, meğer o yârdı. Arasına sınır taşları dikilmiş zamanın saadet damıttığı çağlar, işte o çağlardı. Gece seherlere uzardı ve dudaklarında Âmine’nin “Gülüm!” diyen bir gülümseme tekrarbetekrardı.

Sevgili o gece bir “Gül” oldu, ve beşeriyet gülü bir cins ad olmaktan o gün çıkardı.

Gel ey vahdetin Gül’ü, hasretin Gül’ü... Kokunla gel ve renginle gel!.. İlhamın ve âhenginle gel!.. Aşkınla olmazsa sevginle gel!.. Gel ki serazad kuşlarca süzülsün yürekler çiçeklere; ve çiçekler yenik düşsün aşkını eleyen kelebeklere... Gel de, gizemli alfabelerle yazılmış mektuplarını bebekler okusun; gel, kınalı parmaklar tezgahlarda cümle cümle şiirlerini dokusun...

Ay vurgunu gecelere şavkı dökülsün nurunun, neyler üveyiklere ağlasın ve ölümsüz besteleri Gül adına çalınsın aşk tanburunun.

Gel ey günlüklerde yığın yığın gözyaşlarıyla kararan bahtımızı Gül’e döndüren Haberci... Gel ey, sevgilerinden sıyrılan vicdanları mor salkımlı zamanlarda kurtuluşa ulaştıracak Elçi... Şafaklarına kırağı düşmüş aldanışları pişmanlıkla yuyup yıkayan ihtiyar adamlar ve genç kızlar için gel, aşksızlığının kör akşamlarını mezar taşlarında tekrar be tekrar okuyan dolunaylar ve yıldızlar için gel. Yıldızlarına uyabilelim diye bizi şevklendirmek ve şavklandırmak için de gel; birimizi birimize sevdirmek, birimizle birimizi sevindirmek için de gel... Mekanların daraldığı ve zamanların dürüldüğü depremler gibi gel ve titret içimizi Sevgili... Ta ki bülbüller bir Gül için söylesin en müstesna şarkılarını:

Kâşki sevdiğimi sevse kamu halkı cihân

Sözümüz cümle hemân kıssai cânân olsa

*

Gül’e söz verelim, defterimizdeki karaları aklamak için... Gül’ü sevdiğimizi söyleyelim, içimizdeki kirleri paklamak için...

Aç bir karnı doyuralım Gül adına, Hakk’ın da kuşları rızıklandırdığını hatırlayıp... Sıkıntıdaki dostun imdadına koşalım Gül’ü anarak, gül alalım, gül satalım... Hayırlı işlere önayak olalım Gül çağında, ta ki ateş vaktinde güller açsın yüzümüz... Bir merhabayı Gül hatırına söyleyelim küstüklerimize, hani helal lokma yer gibi... Doğrulardan ve iyilerden çoğaltalım dostlarımızı Gül bahçesinde, ta ki bir sarsılışla sarsıldığımızda arkadaşlardan saysın yıldızlar bizi. Ve ağlayalım hasretiyle Gül’ün, ki arıtsın bağrımızın pasını yaşlar... Göz son kez kapanmadan, birkaç damla ile olsun... İnci, mercan hediye!..

Bir Aşk Masalı:

Kıl şebistânı müşerref kim nisârun kılmağa

Rişteden dürler çeküp cem’ eylemiş dâmâne şem

Diyor ki Fuzulî:

Bir âşık varmış vaktiyle; muma benzeyen bir âşık... Mum gibi yalnız, mumleyin başında ateş... Yanar yakılırmış geceler boyu ve gönül ateşiyle aydınlatmaya çalışırmış hicranın ve hasretin karanlıklarını... Hiç uyumaz, dilinde sevgili adı, göz kapıda, beklermiş durmadan... Gecelerden bir gece, belki bir vuslat gecesi olur da sevgili geliverir diye umutlanır, bu umutla tıpkı mum gibi can ipinden inciler döker, ve eteklerinde biriktirirmiş yığın yığın... Ta ki sevgili geldiğinde hazırlıksız yakalanmış olmasın ve yüz görümlüğü olarak ayağına saçacağı incileri bulunsun...

Gül yüzüne bakacak yüz ver bize Taala!... Vuslat için aşk ver bize Allah'im!..

İskender Pala

En Sevgiliye

Ey Sevgili En Sevgili;

Ey nurunun hürmetine âlemler yaratılmış olan,

Ey Nurların En Nurlusu!

Ey sevgili,

Sen pür–cemâl, sen pür–kemâl, Sen pür–rahim ü şefkat!

Ey Sevgili, Rabb–i Hakim’in bizlere rahmetinin tecellisi güzeller güzeli Resülullah. Rahim olan Allah’ın bizlere merhameti. Ey dürr–i yekta! Asi, kibirli, enaniyet denizinde boğulmuş günahkârların umudu, Cilvegâh–ı Enbiya. Aşk ehlinin Sultan’ı. Acıkmış gönüllerin sofrası, bir tek hatırına aşkların feda edildiği Sultan. Kâinâta gönderilen armağan. Ruhlarımızın enisi; Resûl–ü Ekrem... Bütün güzelliklerin biricik merkezi, Nebilerin İmamı, Allah’ın yeryüzünde yarattığı halifelerin mehpeykeri, vatan–ı aslînin cenneti. Sevda mevsimlerinin en güzel iklimi Ey Ahmed–i Mahmud–u Muhammed Mustafa!

Varlığın var oluş gayesi biricik Efendimiz! Kâinât sizinle şereflenmek arzusuyla yanıp tutuşmaktaydı. Cennetin kapısında o güzel ismi gören gözden, yüreklere damıtılan hasretiniz gün geçtikçe dindirilmez bir yangın olmuştu. Her yeni doğan güneşe Seni sormaktaydı Varaka! Goncaları göğüslerinden zorla koparılan annelerin feryatlarıyla inleyen gökyüzü yolunu gözlemekteydi. Fitne, (yol arkadaşı) günahla çığlık çığlığa kol geziyordu Mekke sokaklarında... Ve bir gece âlemlere rahmet olan nurun Hz. Adem’den beri en temiz silsileyle Amine’ye ulaştı. Bu kutlu haberi alamadı Abdullah. Ve siz geldiniz Ya Resülullah, Membâ–i Lütuf gibi düştünüz kâinâta. Gönüller sükûnet buldu, zulmün sesi kesildi Ahmed–i Muhtarla, gülmeyen yüzler güldü. O çöl sizinle cennet bahçesine döndü...

Ey enfes rayihasıyla cihanı ıtır bahçesine çeviren Gül; sözleriyle madde ve mânâyı hallaç eden, her şeyin ötesini temâşâ etmemiz adına bize sır perdesini aralayan, örnek hayatıyla köhneleşmiş anlayışları tarumar ederek dünyanın cennet yüzünü açan Sevgili! Daha Seni elestte seçen Rabb’im en büyük görevi vermişti Sana. Öyle bir gayretin vardı ki Senin; kendini unutmuştun adetâ. İlahî îkaz gelmişti inanmıyorlar diye, ama yılmadın. Her defasında Sana hakareti vazife edinmiş Ebû Cehil’in elinden tutma adına, neredeyse kapısında sabahlıyor, bu da yetmiyor onu dualarına alıyordun: “Allah’ım ne olur iki Ömer’den biri!” demiştin, kimseyi unutmamıştın ve hani Ömer İbn–u Hattab gelmişti de şükrü borç bilmiştin Allah’a...

Ey hasır sedirde sabahlayan, kâinâtın ve kalplerin padişahı, dişini kırdılar tebessümünü gösterdin onlara; başını yardılar, önlerine serdin yüreğini; adını sildiler, sineye gömdün. Cennet–i Zehra vücudunu taşa tuttular, o büyük melek onları helak edecekken ellerini açtın Sevgili’ne! Öyle bir hayattı ki yaşadığın, canına kastetmeye gelenler Sen’de can bularak geri döndüler. Sen hep yol göstericiydin bu uğurda. Hiç yılmadan sünnet–i seniyye tohumlarını atıyordun geçtiğin yollara...

Ey ismi Arş–ı Âlâ’da yazılı, meleklerin dilinde teşbih olan Habib–i Zîşân! Efendim; göremedim gözlerini; ama eminim güneşten güzeldi. Duyamadım kokunu; ama eminim rüyalarda avunduğum rânâlar kadar cemîldi. Oysa o kadar isterdim ki terinden güller dermeyi. Yusuf’u gördüğünde ellerini kesen kadınlar, “Seni görseler kalplerini keser.” diyordu Hz. Aişe. “Vallahi Muhammed aydan daha güzeldir.” deyince Câbir b. Semüre, ay hicabından kendini gizliyordu. Ya sana âşık o minicik bulut... Ey Mîraç Şehsuvârı sevgili; o kadar mahzun olmuştu ki gökyüzü, Rabb’im onun da duasını kabul etti. Bu dua vesilesiyle mîraç gerçekleşti. Israr ediyordu melekler dönmemen için geri. Ey merhamet âbidesi, namazdı miracın en güzel hediyesi...

Ey Makâm–ı Mahmûd’un buhurdanı, mahlukâtın en müntehabı ve en müstesnası Beytullâh’ın, aşk sarayının Padişahı! Bak bugün Senin izinde kurtuluş arayan gariplere. Biliyorsun Ebû Bekir’ler, Ömer’ler, Ali’ler, Huzeyfe’ler ve Bilâl’ler seni analarından babalarından, yurtlarından ve yuvalarından daha çok sevdiler. Bu sevgi bitmedi yâ Resûlallâh! Bu sevgi bitmedi. Yeryüzünün her metrekaresinde Senin âşıkların, Senin sevdalıların var. Tek başına millet olacak İbrahim’ler var. Senin perdedârın olacak Sâd b. Ebi Vakkas’lar.

Biz senin çektiğini çekmedik yâ Resûlallâh. Gelecek için yaptığın fedakârlıkları gösteremedik. Ancak Senin yolunda güller topluyoruz. Elimize batan dikenler mi? Seninkinin yanında ne kî?

Ey Rahmeten lil’alemin Efendim! Bir gün arkadaşlarının arasında ufuklara bakıp “Kardeşlerime selâm olsun!” demeseydin katlanılır mıydı bu hasrete? Öyle ki sevgim hüznüme denk, içimde ayrılık, fırtına, nefsimle daima cenk. Hicranla iki büklüm olduk yâ Resûlallâh. Kardeşlerinin adına yaraşır biçimde taşıyamıyoruz emânetini. Kardeşlerin olma şerefinin hakkını veremiyoruz. Korkunç bir belirsizlik var Senin dünyanda. Koskoca bir âlem garip ve zamanzede. Kimilerimiz akla takılıp düz yolda yolsuzluk yaşamakta, kimilerimiz yalancı gönül hülyalarına dalmakta. Ey Hurşid–i Şefaat Efendim! Biz çağın yetimleri çoğu zaman üzsek de Seni, rahmet elini hissediyoruz hep başımızda, bizi affeden o dilâra nefesi...

Ey ölümsüzlük iksiri, ey çölleri cennete çeviren Gül–i Rânâ! Hani ümmetine duanı kıyamete bırakmıştın? Benim gibi biçâreyi de şefaatinle şereflendirir misin? Benim de bu kirli ellerimden tutar mısın? Yoksa yüzüme bile bakmaz beni orada şimdiki gibi mahzun mu bırakırsın? Yâ Resûlallâh madem sen Şefi–ül Müznibîn’sin, mademki “Benim şefaatim ümmetimden büyük günahları olanlar içindir.” buyurdun. Ben de bu şefaati ümit etmekten geri kalamam. Biliyorum Efendim, sen merhamet âbidesisin. Hani Tâif’te ayaklarını kanatan o gafilleri bile affetmiştin. İşte ümidim bundandır. Bunca badireye katlanıyorsak sana olan sevgimizdendir. Kalbimize gözyaşlarının tadını vermeye gör Sultanım. İnan ki sevgin taze vicdanlarımızda filizleniyor, zaman ihtiyarladıkça Sen gençleşiyorsun. Sevgi fedailerin var nur yolunda kıvranan, Bilâl’ler Senin ismini haykırıyor her ezanda an be an...

Ey Şâhid–i Mukaddes, Sultân–ı Selâtin ve Ey Muhtaç gönüllerimize âb–ı hayat olan Sevgili. Şimdi Sana bu mektup yerine canımı hediye etmeyi o kadar isterdim ki. Ama günahlarım mesafeyi arttırıyor yâ Resûlallâh! Utanıyorum, âcizim, güçsüzüm, çaresizim. Yine de ümitliyim. Belki bir gün duan avuçlarıma kayan bir yıldız olur ve nefsimin daraldığı anlarda lebbeyklerle dönerim yeniden hayata...

Ey gönüllerimize işleyen derin nefes. İnsanlık Senin gelmeni bekliyor. Rahip Bahîra’nın, Varaka bin Nevfel’in, Zeyd bin Amr’ın beklediği gibi. Sen ki Hz. İbrahim’in duası, Hz. İsmail’in muştususun. Sen ey kâinât kitabının müfessiri; o gelişinle nasıl yeşerttiysen dünyayı, sönmeyen ateşleri söndürüp yıktıysan kasırları, şimdi yine doğ kalplerimize, “Ehlen ve Sehlen” diyen heybetinle belir ufukta. Ey insanlığın gönlündeki sümbül! Mademki bağban Sensin, bu bağ niye Sensiz kalsın. Bizi yalnız bırakma, ruhlarımızı Sensizlik ateşi ile yakma...

Ey Sevgili En Sevgili

Sevgin öyle doldurdu ki kalbimi

Hasretin öyle acıtıyor ki benliğimi

Aşkın olmasa hiç kalbim sevmeyi öğrenir miydi?

Gel demeye bilmem dilimin kudreti kâfi mi?

Bu müthiş zamanın dehşeti özletiyor Asr–ı Saadet’i

Özledik Efendim Seni

Gel de güldür gariplerini...

Kamer ÖZDEMİR

(*) Yağmur Dergisi, 21. sayı, Ekim–Kasım–Aralık 2003.

İnsanlığın Gönlündeki Gül

Ve biz, gecelerde, gündüzlerde açıp türlü renklere bürünmüş ellerimizi dua ederken Allah'a Hep O'nu da anıyoruz.

İçimizde dolaşmış, güneşimizi paylaşmış, aç kalmış, karnına taş bağlamış o güzel insanı:

Allah'ın sevgilisini.
İncitmedi hiç kimseyi.
Mekke'de, Medine'de, Taif'te...
Ne kâtili, ne cahili, ne anneyi, ne de babayı...
Ne de bir çocuğu...

Eğilirdin namaz kılarken omuzlarına tırmanırdı Hasan ve Hüseyin, sevgili torunların.

Kızmazdın, okşardın, severdin ey nebi.

Ve bizler, yani yeryüzü tarihini yaşayan ve okuyan insanlar, senin evinden yurdundan,

Mekke'nden uzaklaştırılışını ve gizlice Medine'ye gidişini gördük.

Bir gül oldun insanlığın gönlünde.

Gül ile anlattık seni, gül kokusuyla doldu dünyamız.

Eşin, dostun, çevren aç kaldıysa, çıplak kaldıysa onlardan çok üzüldün, onlardan çok çalıştın ve kurdun medinemizi, kurdun sitemizi ve aydınlattın kalbimizi.

Işıltı dolu bir dünya bıraktın ardında; çünkü ışıktın bütün arşa ve arza.

Sevgiliydin, en sevgiliydin, Allah'ın sevgilisiydin ey Nebi!

Biz, âlemlerin sahibine kul, köle olma gayretini senden öğrenirken; sen, bize bunları öğretirken, karanlıktaki ruhlarımızı aydınlığa çağırırken, sen Âlemlerin Sahibine sevgili olmuştun.

"Sevdim seni Mabuduma canan diye sevdim."
Odur ki saadetimiz ümmetinden olmakla bahtiyarız.
Gül-i Muhammedî'yi sinelerimize yerleştirme arzusunda,
Ezan-ı Muhammedî'nin ardından koşma cehdindeyiz.

Ey Nebi! Bizim gülümüzsün, bizim hayat suyumuzsun ama hayat suyumuzu kurutmak, hayat gülümüzü koparmak isteyen, karanlıkta kalmış ruhlar var ve onlar, sırtımızda ve onlar karşımızda. Bir bir kırılıp dağılsa da kuleleri, yeniden yeniden dikiyorlar kaleleri karşımıza.

Ey Nebi!
Ey pırıl pırıl İslâm sitesinin mimarı,
Kalp ülkesini ve dünya devletini aynı ihtişamla kurup hasır üstünde geceleyen âlemin sevgilisi!

Daha dünyamıza gözlerini ilk açışında düşündün bizi ve
"Ümmetim, ümmetim" diye sızladın, ağladın, yalvardın.
Kevser ırmağı başında bir halka olup Nûr-u Muhammedî'ye kanmak...

Bu hayal yakıp kavurur bizi.

Ateşimiz eksilmesin, aşkımız, rüyamız, şevkimiz ve üzerimizde gezinip duran koruyucu meleklerimiz.

Budur, dileğimiz Ey Nebi!

Kalbime eriyişin ve gözyaşının tadını ver.
Kalbim eridikçe Allah'a ve sana yaklaşıyorum.
Kalbim inceldikçe kendimi buluyorum.
Kendimi buldukça yanıyor içimde ilahi nur.
Ateşimi eksiltme ey İlahi!

Mustafa OĞUZ

Sevdiceğim

Can hû der geçer kendinden
Tende bir eriyiştir yakar bedeni
Ve bulur kendini sende
Ey cânan
Tırmanıp nice sarp yamaçları
El aman kalbine geldim

Yüce ırmaklara bırakıldım
Aşk vadisinde üç gün üç gece yol aldım
Ardımda aslanlar
Önümde zamanı kemiren fareler
Ve karanlık kuyu
Sevdiceğim bir nur
Bir umut, bir ışık
Aydınlat içimi
Güneşin bana doğsun
Ellerim seni bulsun
Gözlerim seni

Yangın vadilere düştü yolum
Yanıp yanıp kül oluyor canlar

Kanamamış bir yürekle kapındayım
Geceden açılan yol göster bana
Zamandan açılan tünel
Yolların sonunda sen varsın
Yolların başında sen

Esirgeme ateşini dünyada yanayım
Ellerim âteş olsun
Vücudum âteş olsun
Ki gözlerimdeki âteş de sen olasın
Bir ışık ol da gir gözlerime
Gözlerim uyansın koyu karanlıktan
Ey sultanlar sultanı
Ey "kıtmir"lerin umudu
Susuzlara su veren
Merhamet denizinin sahibi
"Kolaysa affını esirgeme
Zorsa bırak yanayım"

Nebi'ye Mektup

Ya  Resulallah! Senin  hakkında konuşmak gerektiğinde  nasıl  bigane kalabilir  insan.Onca  isim de  olsa "Sen" o  islerin  hepsinden  önce gelmeli  değil miydin!

       Seni  nasıl  anlatmalıyım.Kelimeler  Seni  anlatmaya  yeter mi ki? Hangi  dil Seni  tam  manasıyla  övmeye  yeter.Risalet  zincirinin evveli  ve  ahiri  Efendim.

Sultanim,Önderim,Rehberim,Peygamberim,Efendim,Seni  Sana verilmiş
güzel  isimlerinle  selamlıyorum.Rabbimizin  biricik  Sevgilisi!Andelib-i
Zişan...

           "Beni  Rabbim  terbiye etti  ve  ne  güzel  terbiye  etti" buyuruyorsun. Evet  başka turlusu  olamazdı  zaten.Hayatlarımıza revnak getirdin,"insanlığın  ne  olduğunu  Seni  bilmese  ve  tanımasaydık öğrenemeyecektik"

            Hangi  yonun  etkilemedi  ki  ya  Resulallah  beni. Tebessümünden, hüznünden,yasayışının  her  noktasına,her  anına  kadar.Seni hakkıyla   tanıyamadım , biliyorum. "Ben  Onun  ümmetindenim" derken yüreğimin  bir  yani  gurur  esintileriyle  dolarken  bir  yani  o Gülyüzlü'ye  layık  olamamanın  kaygısıyla  yaralı...

              "Eğer  başkalarının  anlatılmasına   verdikleri  kadar  Seni anlatmaya  izin  verselerdi  dünyanın  cehresi  başka olurdu."Ne  var  ki yüreklere zincir  vurulmuyor  Gül yüzlü  Nebi.Sen  kayaların  ortasından sürgün  veren  çiçekler  gibi  yine  de  açtın  içimizde.

                 Seni  nasıl  anlatmalı  ki?Ey  Medine'nin  gömleğini Mekke'nin  peçesini  taşıyan  güzel!Güneş  daha ne  kadar  gölgede kalacak.Ay  isen  bize  ışığından  bir  huzme  gönder.Gül  isen  bize bağından  bir  koku getir.

                Ey  Resuller  tacının  incisi!Ey  sultanlara  taç  giydiren yüce  Nebi!Bu  yerde  bildik ,yabancı  herkes  Sana  sığınmış,Senin şeriatının  nimetine muhtaçtır. Peygamberlik manzumesinin  ilk  beyti  Senin adına bestelendi.Fakat hükmün  kafiye  gibi  en  sonunda yer  aldı. 

              Seni  anlatamadığım  için  ,soluğum  ve  nefesim  güçsüz olduğu  için  ya  Nebiyallah,Nizami'nin  sözlerine  başvurdum,ama  değil  mi ki  söz konusu  "Gül" sensin,Ne  fark eder?

              Kanaat  eden  bir  kul  nebiliği  seçmen  ne  çok düşündürmüştü  beni.Sana  uymak  için  çırpınan  su  gönlüm  bir  yanda  ve bir  turlu  kurtulamadığım  şeytan,nefs  ,dunya  üçgeni  bir  yanda.Senin sofrana  hurma  ve  ekmek  ayni  anda  misafir  olmamıştı,bir  de  kendi soframa  bakıyorum.... Ne  kadar  şükürsüz  ve  yüzü kızarmazım.

              Ah  Efendim 'Kalbimi  şerha şerha  parçalasalar da görseler içte ,dipte  bir  ben  Sana  nasıl  aşık,dıştaki  ben  ne  kadar  dunya  hay huyu  içinde  kaybolup  gitse  de...

              Taif'teki  bağda  otururken  merhamette  zirveleşen Efendim.Sahib-i  Miraç,Hazret-i  Risaletpenahı,Subhanimiz'in  hediyesi  olan Dürr-i  Yekta..

               "Yüzümüzü  Senden  çevirdiğimiz için  ya  Resulallah  yüzümüz gülmez  oldu;yüzümüzü  Sana  çeviriyoruz." Rıhlet  işaretleri  geldiği zaman  ashabına  Nebi  mescidinde  donup  donup  bakıyordun  ve ağlıyordun.Simdi  bizim  halimize  de  ağlıyor  musun?

              Efendim  usve-i  hasene  olan  Sen  bize  gideceğimiz  yolun en  doğrusunu  gösteriyordun.Rehberimiz  bizler  yolumuzu  sasırdık,şaşkın olan  bizlere  rehnuma  ol.Azarlama  bilmeyen  Sen  bir  kez  olsun nefislerimizi  azarla.

               Senin  askından  ihtida  eden  bir  sairin  mısralarıyla bitireceğim  yazımı.Ama biten  yalnızca  sözler.Sen  manen  hep yanımızdasın  bitmeyen  kaynak.

                Gönül  hun  oldu  sevkinden  boyandım  ya  Resulallah

                Nasıl  bilmem  bu  nirana  dayandım  ya  Resulallah

                Ezel  bezminde  bir  dinmez  figandım  ya Resulallah

                Cemalinle  ferahnak  et ki yandım  ya  Resulallah! 

Mecit Demirel

Efendimizin Mektupları

Peygamberimizin diyalog üslubu

Bizans imparatoru Herakliyus'a gönderdiği mektubun metninin şu şekilde olduğu rivayet edilir:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla! Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'den, Rum Kayseri Herakliyus'a.Allah'ın selâmı hidayet yoluna girene olsun! Seni İslâm'a davet ederim. Müslümanlığı kabul et ki, selâmette olasın ve Allahu Teâlâ sana ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen, (fakir) köylülerin (yani tebaanın) günahı senin boynunadır. "Ey Ehli Kitab! Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek olan bir hak söz üzerinde ittifak edelim. Yalnız Allah'a tapalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz, diğerini Allah'tan başka Tanrı edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse: Şahit olun, biz müslümanlarız, deyin."

Mısır valisi Mukavkıs'a yazdığı mektubun metni de şudur:

 "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla! Allah'ın kulu ve Elçisi Muhammed'den Kıbtilerin büyüğü (başkanı) Mukavkıs'a: Allah'ın selamı Hidayet yoluna giren üzerine olsun! Bundan sonra, seni İslâm daveti ile İslâm'a çağırıyorum. Müslümanlığı kabul et ki, selamette olasın ve Allahu Teâlâ ecrini iki kat versin. "De ki: Ey Kitab Ehli! Gelin sizinle bizim aramızda müşterek olan bir hak söz üzerinde ittifak edelim. Yalnız Allah'a tapalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz diğerini Allah'tan başka Tanrı edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse: Şahit olun, biz müslümanlarız, deyin."

Necâşi'ye de şöyle yazmıştı:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla! Allah'ın Rasülü Muhammed'den, Habeşlilerin kıralı (necâşi) Ashame'ye: Allah'ın selâmı üzerine olsun! Gerçek Padişah (Melik), Mukaddes (Kuddûs), Selâm (esenlik veren), Mü'min (güvenlik veren) Müheymin (gözetip koruyan) olan Allah'ın övgüsünü sana iletirim. Şehadet ederim ki, Meryem oğlu Isa, Allah'ın ruhu ve kelimesidir. Ve bu kelime'yi Allahu Teâlâ, korunmuş, afife, bakire Meryem'e atmıştır. Böylece, o İsa'ya hamile olmuş, Allah ta onu, Adem'i nasıl yarattı ve ruhundan üfledi ise öylece yaratmış ve ruhundan üflemiştir. Seni tek olan, eşi ve şeriki olmayan Allah'a imana ve ona itaata devama çağırıyorum. Seni bana tabi olmaya, Allahu Teâlâ'nın bana gönderdiği şey'e iman etmeye davet ediyorum. Amcamın oğlu Cafer'i ve onunla birlikte müslümanlardan bir grubu sana gönderiyorum. Cafer sana geldiği zaman azamet ve kibiri bırak, onlara cömert davran, seni ve askerlerini Allah'ın dinine davet ediyorum. Tebliğ ettim ve nasihatte bulundum, nasihatımı kabul ediniz! Allah'ın selâmı hidayeti kabul edenlerin üzerine olsun."

İran kisrası Husrev Perviz'e şöyle yazdı:

"Allah'ın Rasülü Muhammed'den Farisîlerin ulusu Kisra'ya: Doğru yola tabi olanlara, Allah ve Rasülüne iman edenlere selâm olsun! Aziz ve Celil olan Allah'ın tüm insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Hayatta olan insanları inzar (tehlikeyi haber vererek uyandırmak), inanmayan kafirler üzerine de Allah'ın azabının hak olduğunu bildirmek için gönderildim. Müslüman ol selâmete kavuş, eğer yüz çevirirsen, Mecûsilerin günahı senin üzerinedir."

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem'e) Mektup - 1

Haddimiz Olmayarak Hoşgörü ve Şefaatlerine Sığınarak

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem'e) Mektup! 

Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla... 

Bizleri Müslüman olarak yaratan, Peygamber ve Sahabe sevgisiyle donatan; Gül Peygambere gönül vermiş, gönül ehli Müslümanlarla tanıştırıp kaynaştıran, Rabbimize hamd olsun (c.c.)-..

Yoluna kurban olduğumuz, hayatına hayran kaldığımız, her şeyini örnek alma çabasına girdiğimiz, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e, O'nun etrafında pervane dönen, Âl ve Ashabına, Etbâına (r.a.) ve onların nurlu ve onurlu yollarını yol edinme gayretinde olanlara da, salât ve selâm olsun. Salât ve selâm olsun...

Bismillah...

Allah'ın adıyla...

Nasıl başlasak bilemiyoruz...

Bütün bedenimiz ve çırpınan yüreğimizle beraber, ellerimiz de titriyor.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e mektup yazmak ha!..

O nerede, biz nerede?

Fakat başladık işte...

Yıllardır bunun hayaliyle ve alt yapısını oluşturmayla geçti günlerimiz.

Senelerdir bunun için çalışıp çabalıyoruz biz!

Peygamber Efendimiz ve sevgili Ashâbıyla aynı frekansta buluşmak için, akıl almaz işlere giriştik.

Hem, öyle bir çağda yaşıyoruz ki, herkes birbirine en modern iletişim araçları ile çeşitli yazılar yazıyor, süslü püslü nice mesajlar gönderiyorlar.

Birbirlerini sevenler, bu yolla yazışıyorlar artık...

Nice zamandır, biz de Peygamber Efendimize yazmak istedik.

Uzun bir düşünce döneminden sonra, ancak şimdi yazma cesareti gösterebildik...

Yazmaya başladık ama, nasıl göndereceğimizi bilemiyoruz.

Hele bir yazalım da, gerisine Allah kerîm.

Yazmasına yazacağız da, ne yazacağız ve ne yüzle yazacağız acaba?

Utandırma Allah'ım!

Utandırma Rabbim!

Peygamber Efendimize yazıyoruz biz...

Utandırma Rabbim.

Utandırma Allahırn!..

O'nun muhabbeti sarıp sarmaladı çünkü bizi...

Ey Peygamber!

Peygamberimiz.

Efendimiz!..

Mektubumuza başlarken, öncelikle kalbî selâm ve sonsuz hasretlerimizle beraber, en derin muhabbetlerimizi iletir, böylesine bir hareketimizden dolayı hoşgörülerine sığınırız.

Şanına layık olmayacak belki ama, Sana yazıyoruz bu mektubu yâ Rasûlallah!

Çünkü seviyoruz Seni ey Can...

Sonsuz muhabbetimizin deryasıyla, Siz değil de, Sen diye hitap edeceğiz.

Tekrar hoşgörü ve şefaatlerine sığınıyoruz ey Can...

Salât ve Selâm olsun Sana ey Gül yüzlü, Gül Peygamber...

Her şey Seninle başlar yâ Rasûlallah ve yine her şey Seninle biter...

Çünkü, her şeyi Allah'tan getiren Sensin.

Çünkü Sen, Allah tarafından "Âlemlere rahmet olarak gönderilen"sin. (Enbiya, 107). Sen Allah'ın Rasûlü'sün...

Her şeyin başında Sen varsın yâ Rasûlallah; her şeyin sonunda da yine Sen...

Çünkü yüce Allah, Senin hakkında şöyle buyurdu;

"...Peygamber size ne verirse onu alın; neden sakındırırsa, ondan da sakının, uzaklasın..." (Haşr, 7).

Her şey Seninle anlam kazanır yâ Rasûlallah; Sensiz ise, anlamlı gibi görünen her şey anlamını yitirir.

Gel ey Can!

Gel ey Nur!

Hayatımıza gel, aşkımıza gel...

Kararmış dünyamıza gel...

Gel ki, aydınlansın her yer

Gel ki, çekip gitsin zulmet.

Gel ey Gül!..

Dikenliklerimize gel.

Gel ki, kurtulalım sivri dikenlerin istilâsından.

Gel ki, Güle yönelelim biz de.

Gel ey Gül!

Gel artık!..

Gönder Rabbim, Gülümüzü gönder bize...

Gül, Peygamberdir...

Gülün her yaprağı da bir Sahabe...

Gül, İslâm'dır...

Gül, huzur ve mutluluktur...

Gül kokusu, Peygamber kokusu, dokusu da sevgi ve muhabbettir...

İşte bütün bunlar, bir bütün olarak sadece ve sadece sensin yâ Rasûlallah!..

Öyleyse gel ey Gül!

Gel ey Can!

Gönder Rabbim, Gülümüzü gönder artık bize...

Gönder ki, kurtulalım sivri dikenlerin istilasından...

Gel artık, gel ve şefaat et ey Can!..

Ya Rasûlallah!

Seni keşfedeli yıllar oldu belki, ama, Sana yazabilme cesaretini ancak şimdi bulabildik.

Seni keşfedeli yıllar oldu dedik.

Ama mektubumuzun hemen başında, üzülerek belirtelim ki, Seni keşfedemeyenler yine çoğunlukta yâ Rasûlallah!

Keşfettiklerini, tanıdıklarını, bildiklerini zannedenler de, kupkuru bilgiye sahipler sadece.

Hissiz, sevgisiz, muhabbetsiz, aşksız... Tanımıyorlar Seni ya Rasûlallah! Tanıyamamışlar...

Bunun için utanmaları gerekirken, kendilerinde hiçbir eksiklik de hissetmiyorlar.

"Peygamberimiz ve Ashabı hakkında ciddî olarak kaç eser okudunuz?" diye sorduklarımız, bir acayip bakıyorlar bize.

"Seven insan, sevdiğini anlatan eserleri okumaz mı hiç?" diyoruz, yine ses çıkmıyor...

Fakat, Senin böyle kuru eleştirilerden de hoşlanmadığını biliyoruz biz.

Buna rağmen, Seni doğru dürüst tanımayanlara nasıl tanıtacağımızın derdine düştük.

Hani Sen, mesajı ilk açıkladığında, alay etmişlerdi ya Seninle; şimdi de, her yerde olmasa bile, bazı yerlerde Seni ve sevgili Ashabını günümüze taşımaya çalışanlar aynı duruma düşüyorlar yâ Rasûlallah...

"O devir geçti artık!" diyorlar...

"Sen çağımıza gel, çağımıza" diyorlar...

"O'nun yaşadığı toplum ile şimdiki toplum hiçbir benzerlik göstermez" diyorlar.

Bütün bunları yazdığım için üzülme sakın yâ Rasûlallah!..

Ama ne yapalım ki, gerçek bu.

Aslında, içinde bulunduğumuz olumsuzlukları birer birer yazıp şikâyet edecektim Sana yâ Rasûlallah!

Fakat Seni üzmekten korktuğum için vazgeçtim bütün bunlardan.

Yeter ki, Sen üzülme ey Allah'ın Rasûlü!.. Yâ Rasûlallah!

Müslüman olmaya ve Müslüman kalmaya karar verme aşamasında olan, o kadar çok kararsızlar var ki!

Onlara nasıl yardım edeceğimizi de tam olarak bilemiyoruz.

Ne yapalım ki, anlayış ve hoşgörü sürekli bizden bekleniyor.

Yani hep tek taraflı.

Bizler de, "Bilimsellik" adına, ne uçurumlara yuvarlandık yâ Rasûlallah!..

Panel, Seminer ve Konferans gibi bilimsel tebliğlerin yanında, akademik çalışmalarda da, Seni temel dayanak olarak gösterdik sadece.

Yani bir nevi anlatılan ve yazılan çalışmalarda referans göstermek!

Hayatımıza aktarmak için değil maalesef!..

Senin ve sevgili Ashabın hakkında neler konuşup yazdık bilimsellik adına...

İyi de, bu işin sonu nereye varacak; hiç düşündük mü?

Kıyamet günü nasıl bakacağız mübarek Gül yüzüne bilmem ki!..

Fakat yine de, her şeye rağmen, Seni tanımak, Sana ulaşmak ve Seni sevmek en büyük arzumuzdur bizim.

Yüce Allah'a hamd olsun ki, bütün olumsuzluklara rağmen Seni hissediyoruz artık. Bütün engellere rağmen de, Sana ulaşma çabasındayız.

Gönlümüzün, evimizin, her şeyimizin baş konuğu, hep Sensin artık yâ Rasûlallah!

Hep Sensin...

Sürekli davet ediyoruz Seni.

Gelir misin evimize...

Gel artık ey Gül!

Gel artık ey Gül yüzlü Gül Peygamber...

Gönder Rabbim, gönder artık Gülümüzü...

Mektup yazıyoruz biz; Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'e mektup yazıyoruz.

Peygamberimize... Efendimize yazıyoruz biz! Öyleyse çekilin aradan. Bizi O'nunla baş başa bırakın. Peygamber Efendimize yazıyoruz biz. O'na yazıyoruz; O'na... Can Efendimize...

Bir mektubun değeri, yazıldığı kişi ve olayla doğru orantılıdır.

Mektubun önemi, muhtevası, muhabbeti o nispette artar veya azalır.

Dünya üzerinde, Senden daha üstün bir insan var mı ki yâ Rasûlallah!

Senin üstünlüğün, insanlar arasında tartışılamadığı gibi, yüce Allah da, Seni, her yönden üstün vasıflarla yaratıp donattığını, beyan buyuruyor.

Sen bizim Peygamberimizsin, Canımız; Gülümüz-sün...

Gel artık ey Gül yüzlü Gül Peygamber... Gönder Rabbim, Gülümüzü gönder artık bize... Sana yazmak; yazabilmek! Cür'etimizi hoş gör ey Nebi!

İçimiz içimizi yakıp kavururken, Sana olan muhabbetimiz bizi böyle bir teşebbüse götürdü...

Neden mektup mu diyorsun yâ Rasûlallah?

Senin hakkında şimdiye kadar çok şey yazıldı çizildi.

Hayatın, faaliyetlerin, savaşların, yönetim biçimin yazıldı...

Senin için nice naatlar, münacaatlar yazıldı... Daha çok şey yazıldı Senin için.

Fakat bilebildiğimiz kadarıyla mektup yazılmadı hiç, veya yazılamadı.

Belki yazıldı da bunları yazan sevdalı kalemler, çıkmadılar piyasaya, çıkamadılar belki de.

İşte bunun için, biz de oturup mektup yazmak istedik Sana.

Dünya üzerinde hayatı ve faaliyetleri hakkında en çok yazılan ve konuşulan Sensin yâ Rasûlallah!

Bütün bunların yanında, biz de mektup yazarak ulaşmak istedik Sana.

Çünkü, Seni okuyup tanıdıkça, inanç ve hayranlığımız arttıkça, hayatındaki pırlantaları, hayatımıza gergef gergef işlemeye çalıştıkça, doğdu böyle bir düşünce.

Sana yazmak istedik. Ulaşmak istedik Sana. Tanışmak istedik yakınca.

Böylesine bir davranışımızın hükmü üzerinde düşünmedik belki, ama, daha samimi oluruz diye düşündük bunu.

Belki daha çok örnek alırız Seni.

Belki böylece Seninle ulaşırız Sana.

Bunun için sarıldık kâğıt kaleme.

Yazmak istedik Sana.

Kırık dökük, bölük pörçük de olsa, şefaat ve hoşgörülerine sığınıp Sana mektup yazıyoruz yâ Rasûlallah!..

Salât ve Selâm gönderiyoruz bununla Sana. Alır mısın bilmem ki!

Alıp cevap verme lütfunda bulunur musun yâ Rasûlallah?..

"Ümmetim" der misin bize de!

Şefaat eder misin kıyamet gününde!

"Bunu tanıyorum ben Rabbim !" der misin o gün!

"Bu sürekli Beni anmıştı, Beni konuşmuş, Beni örnek almaya çalışmış, Beni herkese tanıtma aşkına düşmüş ve en sonunda da, mektup yazmıştı Bana. Ben bunu tanıyorum Rabbim!" der misin?

Dersin değil mi yâ Rasûlallah!

O gün imdadımıza yetişir misin bizim?

Yetiştir Rabbim, o gün de imdadımıza yetiştir Gülümüzü!..

Gülümüzü yetiştir Rabbim... Yâ Rasûlallah!

Herkes sevdiğini anar, sevdiğine yazar, sevdiğini yazar...

Bizim de sevdiğimiz Sensin yâ Rasûlallah! İşte bunun için sarıldık kâğıt kaleme. Binlerce Salât ve Selâm olsun Sana ey Can! Ey Gül yüzlü Gül Peygamber...

"O'nun ahlakı Kur'ân idi" buyuran sevgili Hz. Âişe annemiz, dikkatlerimizi Seninle beraber Kur'ân-ı Kerîm'e de çekmişti.

"Benim sünnetime uymayan Benden değildir"

buyruğun, bizi tiril tiril titretiyor yâ Rasûlallah!

"Benim sünnetime uymayan Benden değildir" buyurmuştun...

Senin sünnetine uymak!..

Bir şeyi, Sen yaptığın için yapmak!

İtiraz etmeden, tenkit bataklığına düşmeden, benlik uçurumuna yuvarlanmadan...

"Bu niçin böyle, şimdi böyle olur mu, bilimsellikle bağdaşır mı?" diyerek, zaman öldürmeden...

Senin dediğini yapmak! Yaptığını yapma aşkına düşmek...

Sırf Sen buyurdun diye, sırf Sen yaptın diye yapmak.

Kapışmak mübarek sözlerini... Koşmak mübarek izinden... Teslimiyet bu olsa gerek! Sünnetine uymak bu olsa gerek!

Senden taraf olmak da yine bu olsa gerek... Körü körüne bağlılıktan bahsetmiyoruz biz. Aşktan bahsediyoruz. Sevdadan bahsediyoruz. Muhabbetten bahsediyoruz. Gönülden bahsediyoruz. İman ve amelden bahsediyoruz. Bir insan, birini sevdiğinde, her şeyine taşır onu. Yemesine-içmesine, yatmasına-kalkmasına... Hayatının her safhasına taşıyarak, onunla aynîleşme sürecine girer.

Onsuz olamama derdine düşer.

Onsuzluğu düşünemez bile.

Her şeyi ve her şeyini onunla düşünür...

O Sensin yâ Rasûlallah!

Bizim her şeyimiz Sensin!

Her şeyimiz Sen!..

Gönüller Sultanı Efendimiz!

Her şeyimiz ancak Seninle aydınlıktır bizim.

Sensiz ise karanlık; kapkaranlık...

Ey Peygamber!

Sen olmayınca hiç bir şey olmuyor.

Her şeyimiz kararıyor Sensiz.

Öyle ki, Sen olmayınca, günlük güneşlik gündüzlerimiz bile karanlık, kapkaranlık oluyor.

Can Efendimiz! (sallallahu aleyhi ve sellem) Sana karşı son derece mahcubuz. Utancımız çok büyük.

Doğru dürüst tanıyamadık Seni. Tanıyamayınca da, tanıtamadık tabiî. Örnek alamadık, örnek de olamadık... Kalplere girmenin yolu, Seni kalbimize almaktı.

Seni kalbimize alamayınca, sunamadık diğer kalplere de...

Her şeyin başı Seni sevmektir Efendimiz. Sevdalanmaktır Sana... Yanıp tutuşmaktır!

Eğer tam anlamıyla sevebilseydik Seni, sevdalana-bilseydik Sana, bugün bu hallerde olmayacaktık.

Her birimiz birer sevda çağlayanı gibi, akıp gelecektik Sana yâ Rasûlallah!

Kuşanacaktık Kur'ân ve Sünnet'i. Şekillenecektik o seçkin Ashabın gibi... Ama olmadı ey Nebi! Olmadı.

Aramıza girdiler... Engeller koydular, aşılmaz. Yollar koydular, ulaşılmaz. Dağlar koydular, geçilmez...

Biz, Seni, Senin istediğin gibi tanıyıp severek, bütün hayatımıza örnek alamadık.

Bu dünyada Seninle olamazsak eğer, yarın âhirette halimiz n'olur bizim?

Yarın mahşerde Sensiz kalırsak halimiz n'olur bizim ey Gül yüzlü Gül Peygamber?..

Ey Can Efendimiz!

Her şeye rağmen, gönlümüz Sende bizim.

Hatalarımızla, sevaplarımızla seviyoruz Seni ey Nebi!

Fakat eksiklerimiz, kusurlarımız çok olduğu için, tümüyle tecelli etmiyorsun gönlümüzde.

Tümüyle gelmiyorsun hayatımıza. Girmiyorsun rüyalarımıza her gece.

Ara sıra da olsa, rüya aleminde bizleri şereflendirdiğin zaman, o günlerimiz ve hatta o aylarımız dolu dolu, dopdolu geçiyor.

Ne olur gel artık!

Düşlerimize gel...

İşlerimize gel...

Aşlarımıza gel...

Bunlara gelirsen aşklarımıza da gelmiş olursun.

Gel ki, ibadetlerimiz rayına otursun.

Gel ki, sevdamız gerçek aşka erişsin.

Gönder Rabbim, gönder artık Gülümüzü...

Bekliyoruz ey Nebi!

Senin hasretinle yanan, nice bağrı yanık âşıkların var...

Senin için bestelenen yepyeni "Taleal Bedru Aleyna"ların var...

Gel artık!..

İşimize, aşımıza, aşkımıza, içimize gel...

Çünkü biz de Sana gelmek istiyoruz ey Gül; gelmek istiyoruz Sana... Ey Can!

Yıllar yılı, salât ve selâm ile çalıp duruyoruz kapını. Salât ve selâm ile kurmak istiyoruz gönül irtibatımızı.

Bundan dolayı, Sana gönderdiğimiz salât ve selâmların sımsıcak gölgesinde, Güllerle bezeli, aydınlık dualarımızın nuruyla yöneldik Sana.

Nurundan nur devşirmek istiyoruz yâ Rasûlallah!..

Ey Nebi!

Gönlümüz Sende bizim.

Kırık dökük, kirli paslı bir gönül taşıyorsak bile, gönlümüzün en temiz yerini Sana ayırdık Can Efendimiz.

Sana ayırdığımız gönül odamız pırıl pırıldır.

İsterdik ki, kalbimizin bütün odaları ak pak, pür nur olsun.

Ama başaramadık yâ Rasûlallah!

Kötü şeylerle doldurduk onları.

Onun için karardık zaten.

Dünya ve dünyalıklar istila etti bizi...

Fakat bütün bunlara rağmen, bir odacığım olsun temiz tutmayı başardık kalbimizin.

Hani, her evde misafir odası olur ya; hani orası sürekli temiz tutulur da, oraya çoluk çocuk sokulmaz ya.

İşte biz de kalp odalarımızdan birini, sadece Sana ayırdık yâ Rasûlallah!

Sana ve sevgili Ashabına...

Sizleri, işte bu odamıza davet ediyoruz.

Gelir misiniz yâ Rasûlallah!

Şeref verir misiniz bize de!

Gönder Rabbim, gönder artık Gülümüzü...

Senin için ayırdığımız kalp odamıza teşrif edince, diğer odalar da gerçek anlamını bulur ancak.

Senden ötürü, komşuluğundan dolayı onlar da düzelip nurlanır.

Ey Gül kokulu Gül peygamber!..

Seni andıkça, dikenler bile tümüyle Güle dönüşüyor.

Senin Gülü ve Gül kokusunu sevdiğini biliyoruz yâ Rasûlallah.

Bu gözle bakıyoruz Güllere...

Bu düşünce ile kokluyoruz onları...

Bu aşkla alıyoruz elimize.

Bundan dolayı, herhangi bir çiçek olmaktan çıktı artık Gül!

Çünkü her Gül yaprağında Seni ve sevgili Ashabını görür olduk yâ Rasûlallah...

Gül Yüzüne kurban olsun ümmetin!.. Seven, sevdiğine Gül verirmiş... Güller Senin Gül Cemalini hatırlatıyor bize. Seni anıyor, Seni arıyoruz yâ Rasûlallah! Sen bizim her şeyimizsin.

Hayat ancak Seninle gerçek anlamını kazanır yâ Rasûlallah.

Sensizlik yetti Canımıza... Gel artık!

Rüyalarımıza gel, hayatımıza gel, işimize gel, içimize gel!..

Yesrib'in gecesini nurunla aydınlatıp, Medine gündüzüne çevirdiğin gibi, bizim de gönüllerimize giriver artık ne olur ey Nebi...

yazının devamı >>>

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem'e) Mektup - 2

 

eygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem'e) Mektup - 2

Ey Gül...

Gönder Rabbim, gönder artık Gülümüzü...

Ey Allah'ın Rasûlü!

Ey başlarımızın tacı, gönüllerimizin ilacı...

Peygamberimiz...

Efendimiz!

Sana yazıyoruz biz de...

Nice yazılar yazdık şimdiye kadar.

Nice sohbetler yaptık.

Ama şimdi de mektup olarak yazmaya kalkıştık işte.

Her harfi bir başka heyecanla, her kelimeyi bir başka yutkunarak, her satırı bir başka soluyarak yazıyoruz.

Daha doğrusu yazmaya çalışıyoruz... Dedik ya Can Efendimiz!.. Çok yazı yazdık şimdiye kadar. Fakat bu çalışma onların hiç birine benzemiyor. Kalbimiz muhabbet kuşunun kalbinden daha kıpır kıpır...

Ellerimiz masum bir çocuğun ellerinden daha titrek...

Sana yazmak heyecanı bambaşka bir şey... Ah Can Efendimiz ah!

Seni konuşup yazarken, böyle bir havaya giriyoruz da, ya bir kerecik olsun görseydik Seni!..

Aman Allah'ım!.. Kalbimiz durur muydu acaba? Kalıbımız donup kalır mıydı? Nasıl dururduk Senin karşında?

Nasıl bakardık o nur yüzüne? Daha doğrusu ne yüzle bakardık? Bakabilir miydik acaba? Yoksa hemen oracığa yığılıp kalır mıydık?.. Bilemiyoruz yâ Rasûlallah!.. Bilemiyoruz...

Nasıl dururduk acaba karşında? Nasıl dinlerdik mübarek sözlerini? Nasıl katılırdık Seninle gazalara? Seninle ve sevgili Ashabınla... Nasıl çıkardık o uzun seferlere? Anadan, babadan, çoluk çocuktan nasıl vazgeçerdik acaba?

Feda edebilir miydik dünyalıklarımızı?

Bilmiyoruz yâ Rasûlallah!..

Bilemiyoruz.

Ve büyük konuşmaktan da çok korkuyoruz!

Ya o Canlar?

O seçkin Canların!

Ashabın!..

Bir kısmı yarı vahşi çöl bedevileri iken, nasıl da nurlandılar Seninle...

Nasıl da onurlandılar İslâm'la...

Bütün dikenliklerine rağmen, nasıl da birer Gül oldular Seninle.

Nasıl da serdiler her şeylerini her şeylerine sere serpe...

O Canlara da Canlarımız kurban.

O Canlar...

Cananlar...

Ashâb-ı Kiram!..

Nasıl da seviyoruz onları ey Nebi!..

Onlar senin Can yoldaşların çünkü; arkadaşların, Ashabın...

Senin Can yoldaşların; arkadaşların, Ashabın sevilmez mi hiç?

Seni seven, Sana gönül veren, Sana kucak açan herkesi ve her şeyi seviyoruz biz. Sanki Senmişsin gibi seviyoruz.

Bütün Müslümanları seviyoruz; Sana tabi olan ümmetin hürmetine...

Bütün şehirleri seviyoruz; Mekke Medine hürmetine...

Bütün Mescidleri-Câmileri seviyoruz; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa, Mescid-i Nebi hürmetine.

Bütün dağları seviyoruz; Arafat, Hira Nur, Sevr, Bedir, Uhud hürmetine...

Bütün çölleri seviyoruz; çöl seferlerinin hürmetine.

Bütün yolları seviyoruz; yürüdüğün yollar hürmetine.

Bütün develeri, atları, katırları seviyoruz; bindiğin develerin, atların, katırların hürmetine.

Seviyoruz yâ Rasûlallah! Nereye baktınsa, orayı... Nereye dokundunsa, onu... Kimleri sevdinse, onları. Her şeyi, hepsini... Seviyoruz yâ Rasûlallah!

Senden ötürü...

Ve nefret ediyoruz; nefret ettiklerinden...

Ve kınıyoruz kınadıklarını.

Barışırız barıştıklarınla, savaşırız savaştıklarınla...

Fakat ey Nebi, sevgi ve nefretimizde dengeyi tutturamıyoruz biz.

Tavrımızı koyamıyoruz Can Ashabın gibi. Sevgimiz de, nefretimiz de, kırık dökük bizim. Bundan dolayı da çok üzgünüz yâ Rasûlallah!

Rabbimizin affına, Senin de Hoşgörü ve şefaatlerine sığınıyoruz.

Sen bizim her şeyimizsin...

Nurumuzsun.

Gülümüzsün.

Her şeye rağmen, yine de ümmetliğe kabul eder misin bizi de ey Gül...

Yâ Rasûlallah!

Anlamamız gerektiği kadar bile anlayamadık Seni...

Anlayanlar nasıl anladılar peki?

Nasıl koydular her şeylerini ortaya?

Nasıl Can attılar Sana?

Nasıl?..

Biz tam olarak anlayamadık Seni yâ Rasûlallah!

Anlayanlarımız da, bir bütünlük içinde kavrayamadı.

Her birimiz, ancak bir yönünü aldık ele. Ve onu da bütün zannettik.

Bundan dolayı da, hem çok üzgün ve hem de çok mahcubuz yâ Rasûlallah!..

Bu yazı da öyle...

Mübarek saçından bir tek, ipek bir telin gölgesi bile değil; anlama ve anlatma adına. Ama yazıyoruz işte.

Kusurumuzu hoş gör, eksiklerimizi bağışla ey Nebi...

Sana olan sevgimizden ve âhirette komşuluğunu arzuladığımızdandır bu mektubu yazmamızın sebebi...

Ey âlemlere Rahmet olarak gönderilen! Ey başlarımızın tacı! Ey gönüllerimizin ilacı!

Ey görmeden inandığımız, inanıp sevdiğimiz Can Peygamber!

Seni gerçekten sevenler bir başkaydı...

O sevgili Ashabın, Seni bir an bile göremeseler, hasretinden yanıp kavrulurlardı.

Hatta öyle ki, gece yarısı yatağından fırlayıp, "Mübarek cemalini görmeden uyuyamadım yâ Rasûlallah" diyecek kadar âşıktılar Sana.

Ya bizler Sensiz ne yaparız ey Nebi!

Ey güzeller güzeli...

Ey Güller Gül'ü...

Ey Nurlar Nur'u...

Ey Canlar Çan'ı Peygamber!..

Asırlar öncesinden, biz garip ümmetine gönderdiğin mesajların yanında, gerek Uhud Dağı'ndan ve gerekse Mescid-i Nebi'den gönderdiğin selâmları bütün tazelik ve sıcaklığıyla aldık.

Biz de mukabelede bulunduk yâ Rasûlallah. Belki samimiyetimiz ölçüsünde, kırık dökük de olsa ulaşmıştır Sana.

Belki de riyakârlığımızdan dolayı, kaybolup gitmiştir bir yerlerde.

Bunu ancak Rabbimiz ve Sen bilirsin yâ Rasûlallah... Ey Can!

Ne kadar bölük pörçük de olsak, ne kadar sevgisiz de kalsak, ne kadar hata ve yanlış da yapsak, biz Senin ümmetiniz yâ Rasûlallah.

Sen de bizim Peygamberimiz (sav)'sin. Rabbimizden Senin muhabbetini diliyoruz. Çünkü biliyoruz ki, her şeyin başı muhabbettir.

Çünkü biliyoruz ki, "Muhabbetten Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) hasıl" olur.

Ver Rabbimiz. O'nun muhabbetiyle donat bizi. O'nun aşkıyla yaşat ve yine O'nun aşkıyla öldür!.. Ve bizleri bu şerefle hasret...

Gül yüzlü Gül Peygambere âşık olmak ve bu aşk ile yaşamak...

O Güle layık eyle bizi Rabbim.

O Gül yüzlü Gül Peygambere layık eyle bizi de...

Yâ Rasûlallah!

Rabbim Seni o kadar sevdi ve Sana o kadar değer verdi ki, mübarek adıyla yan yana yazdı adını...

Ya biz nasıl nakşetmeyiz mübarek adını kalbimize? Nasıl feda etmeyiz her şeyimizi, Senin için.

Bunları yazıp söylemek veya okuyup dinlemek kolay ama, yaşamaktır asıl olan.

Söylemek başkadır, yaşamak başka... Yaşat Rabbim... O'nunla yaşat bizi.

Hepimizi O'nun sevgisiyle diri tut...

Senin gördüklerini ve Seni görenleri görme aşkına düştük yâ Rasûlallah

O gözle baktık bütün kâinata.

O gözle baktık güneşe, aya, yıldızlara...

Mekke'ye Medine'ye...

Sen ve sevgili Ashabın, nerelere kadar gitmişseniz, nerelere bakmışsanız, oralara gitmek ve oralara bakmak sevdasındayız.

Nerelere basmışsan mübarek ayaklarını, oralara dokunarak, Seni hissetmek derdine düştük.

Her zaman ve her yerde Seni anmaktayız yâ Rasûlallah!

Mübarek izlerinde, iz sürmekteyiz biz de...

Hasretiz Sana ey Nebi!..

Hasret girdabında Gül devşirme çabasındayız.

Hasret ve muhabbetimiz arttıkça, daha çok yaklaşıyoruz Sana.

Daha çok yaklaşıyorsun Sen de bize.

Bütün hücrelerimizle hissediyoruz bunu...

Sana olan sevgi ve sonsuz muhabbetimiz kurtaracak bizi inşallah!..

Sana olan muhabbetimiz, amellerimize yansıyacak; amellerimiz ihlasımıza, ihlasımız da aşkımıza...

Bizi Seninle bütünleştirecek olan ancak aşkımızdır.

Tam olması mümkün değil, ama, yarım Sahabe edecek bizi de inşallah!..

Ve biz, bu sevgiyle vereceğiz son nefesimizi inşallah...

Bu sevgiyle aşacağız kabir sıkıntısını inşallah...

Bu sevgiyle kolaylaşacak mahşerdeki hesabımız inşallah...

Ve bu sevgiyle sığınacağız sancağının altına inşallah...

Bu sevgiyle buluşacağız havzu kevserin başında inşallah...

Bu Can kurban olsun O Gül yüzlü Gül Peygambere... Ey Sevgili!

Sevgiliye yazmak, sevgilide sevgili olmak ne müthiş bir şeymiş!..

Sevgililer sevgilisi hürmetine, bu cür'etimizi bağışla Rabbimiz.

Şefaat ve hoş görülerine sığındık Peygamberimiz...

Efendimiz...

Senin sevginle dolup taşmak istiyoruz çünkü...

Ey Can!

Muhacirler kadar Seninle beraber, Ensar kadar Seni kucaklayan, bulutlar kadar Seni gölgeleyen, bu şerefle şereflenen varlıklardan biri de biz olmak istiyoruz.

Bunun için çırpınıyoruz yıllardır.

Sana gelmek ve ebediyen Seninle olmak istiyoruz.

Sana gelmek Hac ve Umre ile, mukaddes yolculuk ve ziyaret şeklinde olduğu gibi, Senin sünnetlerine sarılmakla da perçinleşir.

Kur'ân ve Sünnet'i her şeyimizin başına almakla gerçekleşir.

Gönül ehli olmakla kolaylaşır. Gönlümüze almak istiyoruz Seni.

Ve izin verirsen, biz de gönlüne girmek istiyoruz Senin!

Sana gelmek ve hep Seninle olmak istiyoruz yâ Rasûlallah!

Seninle ve sevgili Ashabınla...

Biz Sana gelirsek, Sen de bize gelirsin değil mi ey Nebi?

O mukaddes ziyaretlerimizde hep Seninleydik biz.

Hira'da, Arafat'ta, Akabe'de, Sevr'de, Küba'da Uhud'da...

Mescid-i Haram'da, Mescid-i Nebi'de...

Velhasıl Mekke ve Medine'nin gidebildiğimiz ve görebildiğimiz her yerinde Seninleydik sanki.

Her yerde Seni hissettik biz.

Âdeta bütün hatıralarını paylaştık Seninle...

Oralarda hep Seninleydik sanki.

Mübarek izlerine el sürdük, yüz sürdük, gönül sürdük...

Çünkü seviyoruz Seni ey Nebi; hem de çok seviyoruz...

Bunun için bütün çalışmalarımızın başında hep Sen ve sevgili Ashabın var.

Bütün günlerimiz sizlerle aydınlık.

Sözlerimizde Sen, gözlerimizde Sen, özlerimizde hep Sen varsın.

Bütün bunlara rağmen, çok özledik Seni yâ Rasûlallah!..

Hasretimiz, sıradağlar gibi uzayıp gidiyor Mekke'ye, Medine'ye...

Hatta daha da ileri gidiyor hasretimiz, ötelerin ötesine...

Bu yazımızı, Akabe'de Sana biat eden o Canların biati gibi kabul eder misin yâ Rasûlallah

Onların arasında olacak yüzümüz ve amelimiz yok, ama, sevdamız var bizim de.

Tutkumuz var.

Ahdimiz var.

Sözümüz var.

Onlar kadar olmasa da, aşkımız var.

Seni tanımak, sevmek; tanıtmak, sevdirmek ahdimizdir.

Bu uğurda, dünyayı elimizin tersiyle iterek, bütünüyle, her şeyimizle Sana yönelmek istiyoruz biz.

Sana yönelmek ve hep Seninle olmak...

Biz hep Seninle olursak, Sen de hep bizimle olursun değil mi yâ Rasûlallah!

İşte bunun için çırpınıp duruyoruz.

Sana gelmek, Seni almak ve hep Seninle olmak için.

Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor;

"...Eğer onlar ma'siyet işleyerek nefslerine zulmettiklerinde Sana gelip, Allah'tan mağfiret dileselerdi, Peygamber de kendileri için istiğfar etseydi, Cenâb-ı Hakk'ın daima tevbeleri kabul edici ve çok merhamet edici olduğunu görürlerdi." (Nisa, 64).

Ey başlarımızın tacı, gönüllerimizin ilacı!

Bilmem kaçıncıdır tekrarlıyoruz; Sen bizim her şeyimizsin diye.

En değerli Sensin.

En sevgili Sen...

Değerlilerin değerlisi, sevgililerin sevgilisisin Sen.

Gül yüzlü, nur bakışlı, ipek dokunuşlu Can Efendimizsin Sen bizim.

Hayatımız ancak Seninle anlam kazanıyor bizim. Sen olunca, biz de oluyoruz.

Sen olmayınca var ya, bizler birer hiç oluyoruz ey Can.

Sen olunca her şey oluyor, anlaşılıyor ve de anlatılıyor.

Fakat Sen olmayınca hiçbir şey olmuyor, anlaşılmıyor ve de anlatılmıyor ey sevgili...

Biz ancak Seninle biziz, varız, ancak ve ancak Seninle canlıyız.

Biz Sensiz yokuz, Sensiz ölü gibiyiz biz.

Ölü kalpler ancak Senin aşkınla dirilir, ancak Senin nur cemalinle nurlanır yâ Rasûlallah!

Bütün bunları, bize Allah'tan getiren Sensin.

O Allah ki, Seni sevmemizi ve her halü kârda Sana itaat etmemizi emretti.

Çünkü Sana olan itaat, Allah'a itaat gibi; Allah'a olan itaat da, Sana itaat gibidir.

Bunun için, Kur'ân-ı Kerîm'de sık sık "Allah ve Rasûlü'ne itaat ediniz!" âyet-i kerimeleri tekrar edilir.

İşte gerçek hayat budur, gerçek kurtuluş budur...

Biz de ancak Senin getirdiklerinle hayat bulur, Senin getirdiklerinle gerçek kurtuluşa ereriz.

Bütün çabamız budur bizim ey Nebi.

Seninle hayat bulmak, Seninle hayatta kalmak ve ancak Seninle Sana ulaşmak istiyoruz.

Girmesinler aramıza yâ Rasûlallah! Seninle baş başa bıraksınlar bizi.

Öyle ki, bütün dünyamız Seninle dolsun.

Allah'tan ve Senden gayrı ne varsa çıkaralım içimizden.

Sadece Allah'ı ve Seni alalım içimize.

Sen gelesin diye, Senin için temizlemeye çalıştık içimizi.

Kur'ân ve Sünnet ile donattık. Zikir ve salâvatlarla süsledik. Aşk ve muhabbet ile aydınlattık.

Gel öyleyse yâ Rasûlallah; bu taht Senin, bu köşk Senin...

Gel artık.

Gönder Rabbim, gönder artık Gülümüzü...

Gel artık ey Can...

Gel ki, gönül Yesrib'lerimiz Medine olsun...

Gel ki, gönüllerimiz herhangi birer gönül olmaktan kurtulsun.

İçinde Peygamber ve Ashabı olan, pırlanta birer gönül olsun.

Gel artık ey sevgili!..

Seviyoruz Seni işte.

İnletme artık bizi.

"Kişi sevdiği ile beraberdir" buyurduğun gibi gel.

"Ben size her şeyden daha sevgili olmalıyım" sözünün hatırı için gel.

Ey Can Efendimiz!..

Sana olan sevgimizin elde, dilde, kâğıtta, kalemde, kitaplarda kalmasını istemiyoruz.

Ehliyetsiz ve sevgisizlerin eline ve diline düşmesini de istemiyoruz.

Gönlümüzü alevlendirsin, amellerimize yansısın, bütün hayatımız değişsin istiyoruz.

Şefaatini hak edebilecek, yarın mübarek Gül yüzüne bakabilecek bir hale getirsin istiyoruz.

Ey Gül Yüzlü Gül Peygamber!

Sen imişsin gibi bakıp, hep Seni kokladık Güllerde...

Rabbimizle beraber andık Seni, Kelime-i Şehadet ile...

Hep Senin sıcaklığını bulduk namazlarda, oruçlarda, zekâtlarda...

Sana uzanıp vardık Hac ve Umre ile... Sevdik Seni ey sevgili! Seni sevmeyi sevdik, Seni sevenleri de... Senin sevdiklerini de sevdik!

Değil mi ki, bütün sevgililerin en sevgilisi hep Sensin yâ Rasûlallah...

Ey Allah'ın Rasûlü!

Seni sevmek ve yolunu yol edinmek imanımızın gereğidir.

Çünkü Sen; "Sizden biriniz, Beni, anasından babasından, çoluk çocuğundan, malından mülkünden ve hatta canından daha çok sevmedikçe (gerçek anlamda) îman etmiş olamaz; îmanı kemale eremez!" buyurdun...

İşte biz Seni, Senin buyurduğun gibi sevmek istiyoruz.

Seninle beraber sevgili arkadaşlarını, yani Sahâbe-i Kiram Efendilerimizi de sevmek istiyoruz.

Bu sevgimizin de, lafta kalmasını istemiyoruz yâ Rasûlallah!

Bunun için, Seni çok iyi tanımamız lazım.

Bütün hayatını, en ince ayrıntılarına kadar bilmemiz ve Senin bütün ayrıntılarını, ayrıntılarımıza yansıtmamız gerekmektedir.

Her şeyini bilmemiz lazım Senin. Çünkü Sen bizim her şeyimizsin.

Öyleyse her şeyimizin her şeyini, her şeyin başında bilmemiz ve her şeyimizin başına almamız gerekmektedir.

Bizim her şeyimiz Sensin yâ Rasûlallah!

Sana itaati, Allah'a itaat olarak değerlendiren çok âyet-i kerîme var demiştik.

Bunların hepsinin temelinde de, sevgi ve muhabbet yatmaktadır.

"De ki, Eğer Allah'ı seviyorsanız, Bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın. Muhakkak ki Allah, son derece bağışlayıcı, çokça esirgeyicidir." (Âl-i İmrân, 31).

İşte bu sırra ulaşmak istiyoruz biz. Biz Sana, Seninle ulaşmak istiyoruz.

Sende, Seni bulmak, Sende Seni almak ve Sende Seninle olmak!..

Sonra da, alıp getirmek Seni...

Evimize, işimize, aşımıza, her şeyimize...

Ancak böyle olursun her şeyimiz.

Her şeyimize gelirsen, her şeyimiz olursun ancak...

Gönder Rabbim, her şeyimizi gönder her şeyimize...

Seni her yönden tanımak ve sevmek ne büyük saadet...

Sevdik Seni yâ Rasûlallah!

Seni tanıyıp sevince, hayatımız gerçek anlam kazandı.

Seninle benlikten kurtulup, Seninle Sana ulaşmak istiyoruz biz.

Seninle sevmeyi öğrenince ve sevince Seni bütün gönlümüzle, o zaman buluruz ancak kendimizi.

Bütün bulduklarımızı Seninle bulur, bütün bildiklerimizi de Seninle biliriz o zaman...

Buldur Rabbimiz!..

Bildir, buldur ve sevdir bize Rabbimiz...

Yâ Rasûlallah!

Seninle önce bu dünyada, gönül ve ruh âlemimizle buluşmak istiyoruz.

Bu dünyada böyle bir buluşmayı gerçekleştirebilir-sek, âhiret âleminde de şefaatine sığınıp, komşuluğunu dileme cesareti gösterebiliriz ancak.

Bunun için çırpınıyoruz. Bundan dolayı yazdık bunu da. Oturup mektup yazdık Sana ey Can... Sevmek istiyoruz Seni yâ Rasûlallah! Hem de Allahu Teâlâ'dan sonra, her şeyden çok sevmek...

Sevmek ve yolunu yol edinmek... Öyle ki; yürürken, yürümek Seninle! Koşarken, koşmak Seninle!

Konuşurken, konuşmak Seninle! Gülerken, gülmek Seninle! Her şey ve her şeyimiz Seninle... Kişiliğimiz de Seninle oluşmalı bizim.

Çünkü kişilik, aynı zamanda bir insanın yaşayış ve dünyaya bakış biçimidir.

Sevmeliyiz...

Önce Allah'ı...

Sonra Allah Rasûlü'nü...

Sonra da Ashâb-ı Kiramı...

Seversek o yolda oluruz...

Çünkü seven, sevdiğinin yolunda olur.

O yolda da ölür!..

Sevgimiz sun'i olmamalı.

Dilden değil, gönülden olmalı.

Aşk ağızda değil, yürekte olmalı çünkü.

Yürekle olmalı.

Ancak o zaman seven sevdiğine itaat etmiş olur.

Sahâbe-i Kiram sevmişlerdi Seni.

Hem de Can-ı gönülden.

Öyle ki, yerine göre Senin uğrunda parmakları kırıldı onların; elleri, kolları, ayakları kesildi; birçok yerleri kırıldı, döküldü...

Gün oldu, bütün bedenleri yara bere içinde kaldı.

Yeri geldi, parça parça oldular; Senin uğrunda gözlerini kırpmadan öldüler.

Ama Sana olan muhabbetlerinden, Sana olan bağlılıklarından asla taviz vermediler.

Bilakis daha bir bağlandılar Sana; daha bir sevdiler Seni.

Biz de, Senden kopmak istemiyoruz ey Nebi! Seninle aramıza hiçbir şey sokmak istemiyoruz.

Sana, Kur'ân ve Sünnet yoluyla ulaşmak ve hep Seninle olmak istiyoruz.

O kadar oyaladılar ki bizi, Kur'ân ve Sünnet'e sırayı getiremedik hâlâ!..

Günlerce, haftalarca; belki bazen de aylarca alamıyoruz elimize Kur'ân ve Sünnet'i...

Oysa her şeyin başına almalıydık Kur'ân ve Sünnet'i.

Hiçbir şey onların önüne geçmemeliydi.

Seni sevmenin bir tanımı da buydu...

Her saniyen Kur'ân ile doluydu Senin.

Seni sevmek, Senin yaşadığını yaşama aşkına düşmek, yaptıklarını yapma sevdasıyla yanmak demekti çünkü.

Allah adıyla beraber, Senin mübarek adın anıldığında, kalbimiz kıpır kıpır ediyor yâ Rasûlallah.

Yüreğimiz yerinden oynuyor sanki! Seven insanın yanında sevgilisi anılınca, durabilir mi yerinde!..

Hele bir de O'ndan gelenleri eline alması, okuması ne hale getirir seveni.

Senden gelen, Allah'ın gönderdiği Kur'ân-ı Kerîm ve Senin mübarek sözlerin, yaşayıp açıkladığın Hadis-i Şeriflerdir.

Sana ulaşmanın en kolay yolu, Senin getirdiklerine tabi olmaktı.

Ama olmadı ey Can!

Bu konuda da yüzümüz kara bizim.

Fakat ey Gül!

Senin nurlu Nur yüzünden Gül bahçene geçmek; Gül bahçende Sünneti Seniyye pınarından beslenip, oradaki Güllerin gibi olmasa da, onlara benzeme çabasında olmak istiyoruz.

Çünkü Seninle beraber, onları da seviyoruz ey Can!

Seven insan, sevdiğinin sevgisini kazanabilmek için, nelerini feda etmez ki!..

Çünkü Sen, bize, kendi canlarımızdan da önde gelirsin.

Senin hakkında yüce Allah şöyle buyurdu.

"Peygamber, mü'minler nazarında kendi canlarından daha önce gelir; hanımları da annelerinizdir." (Ahzâb 6)

Biz bu sevginin neresindeyiz tam olarak bilemiyoruz, ama, Sahabe, bu sevginin zirvesindeydi.

"O'nun ayağına bir dikenin bile batmasına asla razı olamam, Ona dikenin batmasına tahammül edemem" diyerek, idam sehpasında bile, sevdasını haykıran Erkek Sahabeler; "Sen sağ olduktan sonra hiçbir felaketin önemi yok" diyebilen, eşini akrabalarını ve çocuklarını kaybeden Hanım Sahabeler ve benzerleri hep bu aşk uğruna feda-i can ettiler.

Allahu Teâla ne buyurmuşsa, onu yaşamaya çalışmışlardı onlar.

Biz de öyle olmak durumundayız.

Allah ne buyurmuşsa, o olmalı hayatımızda.

Bizim en büyük idealimiz, Allah ve Rasûlü'nü gerçek anlamda sevmek ve kendimizi de, Allah ve Rasûlü'ne sevdirmeyi başarabilmektir.

Bunu başarabilirsek, gerçek kulluğun tadını da duymuş oluruz.

Namazımızı Can Efendimizin kıldığı gibi kılmaya çalışmak; orucumuzu Can Efendimizin tuttuğu gibi tutmaya çalışmak; bütün hayatımıza Can Efendimizi yansıtma çabasında olmak.

İşte gerçek kulluk.

Bizim, bunu başarabilmemiz için, Senin sürekli bizimle beraber olman gerekiyor yâ RasûlallahL

Tıpkı, sürekli Sahâbe-i Kiramla beraber olduğun gibi.

Gel ey Gül, bizim de hayatımıza gel artık.

Gönder Rabbim, gülümüzü gönder artık bize de...

Nice zamandır gelmedin ey Nebi!

Firakınla içimiz dışımız yanıp kül oldu.

Nice zamandır yağmurlar yağdı, güneş çıktı, çiçekler açtı.

Sen yine gelmedin.

Dolu yağdı, kar yağdı; kış geldi, yaz geldi.

Sen yine gelmedin.

Bahar geldi, güz geldi.

Yine gelmedin Sen.

Nice günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar, asırlar gelip geçti...

Yine gelmedin yâ Rasûlallah!..

Yeryüzü nice zamandır sarardı, soldu; tekrar yeniden yeşerdi.

Güller açıp, mübarek Gül yüzün gibi gülümsediler. Fakat Sen yine gelmedin.

Bir yandan Sensizlik yanardağlarında yanarken, aynı zamanda da Sensizlik buzdağlarında donduk biz; gel artık ey Gül...

Gönder Rabbim, gönder artık Gülümüzü...

Gülümüzün örnekliği hakkında şöyle buyurmuştun çünkü.

"Andolsun ki, Allah'ın Rasûlü'nde, sizin için, Allah'ı ve âhireti arzu edenler, (Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar) ve Allah'ı çok zikredenler (ananlar) için, (uyulacak) en mükemmel bir örnek

vardır." (Ahzâb, 21).

Ey Nebi, Sana itaat boynumuzun borcu, imanımızın gereğidir.

Çünkü Sen mübarek sözlerinin birinde şöyle buyurmuştun.

"Bana itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur; bana isyan eden de, Allah'a isyan etmiş olur."

Biz kendimizi, her zaman Allah ve Rasûlü'ne muhatap düşünmüşüzdür.

Tıpkı ilk muhataplar gibi.

Böylece İslâm'ı bir miras olarak değil de, ana kaynağından, yani Allah ve Rasûlünden almış gibi, aşk ve muhabbetle dolu olmak, hayatımızın her anını da bu aşk ve muhabbetle yaşamak istiyoruz.

Yani Sahâbe-i Kiram gibi; her zaman diri, her zaman canlı.

Kur'ân âyetleri hep yeni geliyormuş gibi taptaze, sımsıcak yaşamak...

Ey Rabbimiz! 

Öyle bir iman ve aşka sahip olmak istiyoruz ki, "O'nun ayağına batacak bir diken, gelip benim yüreğime batsın!" diyebilecek ve bu seviyeye de gerçekten gelebilecek bir muhabbet istiyoruz Senden.

Ver Rabbimiz, O'nun muhabbetini ver bize de.

Yâ Rasûlallah!

Sorsan ki "Beni seviyor musunuz?" diye, belki her birimiz "Evet, evet seviyoruz" diye cevap veririz.

Fakat sorsan ki, "Kur'ân ve Sünnet çerçevesinde mi yaşıyorsunuz?" diye, işte o zaman mahcubiyetten kahroluruz yâ Rasûlallah!

Seni sevmek, boş lafla olmuyor, biliyoruz.

Yolunu yol edinmeyle oluyor.

İşte bunun için çalışıp çabalıyoruz zaten.

Ey Can!

Seni tanıyan, başkasını arar mı hiç?

Sana gönül veren, başka gönle konar mı hiç?

Senin getirdiklerinle hayat bulan, başka şeylerde hayat arar mı hiç?

Sana yöneldik Rabbimiz! Sana ve sevgili Habîbine...

Kur'ân ve Sünnet ile düzenlemek istiyoruz artık hayatımızı.

Her şeyimize yansıtmak istiyoruz, her şeyimizi.

Bütün bunlar, ancak ve ancak Senin lütfü kereminle olur.

Senin engin merhametinle olur Rabbimiz.

Döndür artık bizi. Sana ve sevgili Habibine döndür artık.

Yâ Rasûlallah!

Nasıl ki zor başladık yazmaya, öyle de zor bitiriyoruz mektubumuzu...

Son satırlarımızda da neyi, ne kadar ve nasıl yazacağımızı bilemiyoruz.

Sonsuz sevgi ve heyecanımıza bağışla ey Allah'ın Rasûlü!..

Mektubumuzu, oturup bir çırpıda yazamadık yâ Rasûlallah!

Yazamazdık da!..

Muhabbet deryasına dalıp, her cümleyi büyük bir aşk ile kurmamız gerekiyordu.

Bu da Senin hakkında kuru bilgi sahibi olmayla olmuyor Yâ Rasûlallah!

O havaya girmemiz, o bağlantıyı kurmamız gerekiyordu.

Bunun için mektubumuzu günlere, aylara ve hatta yıllara yaydığımız için, bir hayli dağınık oldu.

Belki, bir çok şeyi de, önemine binaen defalarca tekrarladık.

Bütün bunları, Sana olan sonsuz muhabbetimize bağışla ey Nebi!

Muhabbetin tekrarı, belki daha çok artırır muhabbetimizi...

Sevmek ve sevilmek; işte biz bunu istiyoruz yâ Rasûlallah!

Ey Rabbimiz!

Senin mübarek isimlerinden biri de Vedûd  ism-i şerifindir.

"Seven; çok seven. Sevilen; çok sevilen" demektir Vedûd.

Buna dayanarak deriz ki; sevgi, muhabbet, aşk yüceltir insanı.

Olgunlaştırır.

Böylece dünya âhiret dengesini kurdurur.

Sevgilerin başında şüphesiz ki, Senin sevgin gelir Rabbimiz!

Seni sevmenin yolu da, yine Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'den geçiyor.

Çünkü O Can da bizim gibi bir insan idi.

"Ben de bir insanım. Fakat bana vahiy geliyor" buyurmuştu.

Yani, insanım ama, insan Peygamber.

Allah Rasûlü; Rasûlüllah!..

Yani Allah'ın elçisi...

Ey Rabbimiz!

"Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun. Çünkü O, kalplerinizde olan her şeyi bilir!" (Mülk, 13) buyurdun. Biliyorsun Rabbimiz; kalplerimizde olan her şeyi biliyorsun.

Görüyor, hissediyor ve anlıyoruz ki ey Rabbimiz; Seni sevmek, Peygamber Efendimizi sevmektir.

Can Efendimizi sevmek de, Seni sevmek demek...

Ey Rabbimiz!

İki Sevgilinin mübarek isimlerini bir araya getirdiğimizde, içimizdeki ateşi daha bir tutuşturdu.

Cenâb-ı Allah cc... Muhammed Mustafa sav... Rasûlallah...

Rasûl ve Allah!

Ey Rabbimiz!

Senin sevgini istiyoruz Senden.

Senin ve sevgili Habîbinin sevgisini istiyoruz.

Lütfunla, kereminle ikram et bize de Rabbimiz; ikram et...

Bunun yolunu göster bize!

Sen göstermezsen, biz göremeyiz Rabbimiz!

Sen öğretmezsen, biz öğrenemeyiz Rabbimiz!

Sen sevdirmezsen, biz sevemeyiz Rabbimiz!..

Sen göster, Sen öğret, Sen sevdir yâ Rabbi!..

Çünkü Sen şöyle buyurdun; "...İmana edenler, Allah'ı, başka her şeyden daha çok severler..." (Bakara, 165).

Rabbimiz!

Her şeyimizin üstünde Seni sevmeliyiz biz; Seni ve sevgili Habîb'ini...

Peygambersiz olmuyor işte; olmuyor. Hiçbir şey anlaşılmıyor Peygambersiz. Seni de bize anlatan O'dur Rabbimiz! Sen O'na anlattın, O da bize...

"Eğer kullarım, Beni, Senden sorarlarsa, (bilsinler ki) Ben (onlara) gerçekten çok yakınım. Bana dua edenin yakarışına (her zaman) karşılık veririm, duasını kabul ederim. Öyleyse, onlar da Benim davetime koşsunlar ve Bana layıkıyla iman etsinler ki, doğru yolu bulabilsinler" (Bakara, 186).

Demek ki, gerçekten doğru yolu bulmanın, en doğru yolu, Senin davetine koşmaktır Rabbimiz.

Sana ve Peygamberine, ancak Sizin davetinizle ulaşabiliriz.

Bunun için görecek göz, hissedecek gönül, idrak edecek beyin lazım.

Bütün bunlar da, hep Sendedir Rabbimiz; hepsi Sende...

Çünkü Sen, "...Allah bir kimseye nur (ışık, aydınlık, yol) vermediyse, artık onun için hiçbir aydınlık yoktur!" (Nur, 40) buyurdun.

Nur istiyoruz Senden Rabbimiz!

Işık istiyoruz.

Aydınlık istiyoruz.

"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı tutunun ve birbirinizden kapmayın; ayrılığa düşmeyin... (Âl-i İm-rân, 103).

Sımsıkı tutunmak istiyoruz Kitabına...

Sımsıkı yapışmak ve asla kopmamak.

Senin Kitabını, başka kitaplara tercih etmek; Senin yolunu da, başka yollara tercih etmek istiyoruz yâ Rab-bi!

Bunun için de, Peygamber ve Ashabını çok iyi tanımamız lazım.

Çünkü Senin Kitabına sımsıkı tutunmanın ne anlama geldiğini ve nasıl yaşandığını pratik olarak, ilk yaşayanlar onlardı.

Peygamber Efendimize bu bağla bağlanabilirsek, dünya ve âhiretimizi de kurtarmış oluruz.

Öyleyse Gülümüzü gönder bize; Nurumuzu gönder.

Gönder Rabbimiz, gönder artık Gülümüzü...

Yâ Rasûlallah!

"Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarılırsanız, asla (sapıklığa), dalâlete düşmezsiniz. Onlar;

Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün Sünnetidir!" buyurmuştun.

Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün Sünnet'i...

Allah ve Rasûlü'ne ulaşmanın yolu, bu iki esastan geçmekteyse madem, önce Rabbimizden diliyoruz bunu, sonra da Senden yâ Rasûlallah!

Başka kimden isteyebiliriz ki; başka kimin gücü yeter buna!..

İman ve amel bundadır. Aşk ve muhabbet bunda...

Allahu Teâlâ hazretlerini, O'nun istediği gibi seve-bilmemiz için, yine Senin rehberliğine ihtiyacımız var yâ Rasûlallah!

Çünkü Sen de bir insansın.

Allah'ımızın emir ve yasaklarını bize getiren de Sensin.

Bizi Allah'ımıza götürecek olan da yine Sen... Ey Allah'ın Rasûlü!

Sen Allah'ın sevgilisisin. Sevgilinin sevgilisisin Sen.

Sen bizim örneğimiz, önderimiz, şefaatçimizsin...

Sen bizim rehberimizsin.

Peygamberimizsin.

Efendimizsin...

Ey Can!

Yüksek müsaadelerinizle, kalbî selâm ve muhabbetlerimizi iletir, sonsuz hasret ve özlemlerimizle, şefaatini talep ederiz ey Gül yüzlü Gül Peygamber...

Peygamberimiz...

Efendimiz.

Canımız...

Ciğerimiz.

Her şeyimiz bizim...

Salât ve Selâm olsun Sana ey Can!..

Es-salât-ü ve's-selâm-ü aleyke yâ Rasûlallah!

Es-salât-ü ve's-selâm-ü aleyke yâ Habîballah!

Es-salât-ü ve's-selâm-ü aleyke yâ Nebiyyallah!

Es-salât-ü ve's-selâm-ü aleyke yâ Halîlallah!

Es-salât-ü ve's-selâm-ü aleyke yâ Şefiallah!

Es-salât-ü ve's-selâm-ü aleyke yâ seyyid'el-evvelîn ve'l-âhirîn ve selâmün alel mürselîn ve'l-hamdulülah-i

Rabbi' l-âlemin!

Es-selâm-ü aleyküm ve rahmetullah-i ve berekâtüh-u... Es-selâmü aleyküm yâ Rasûlallah!.. 

Âdem SARAÇ    Van

Başlangıç; 20 Nisan 1996  -  Bitiş; 10 Haziran 2001

 

 


Yorumlar - Yorum Yaz
30 Cüz ve Mesajlar
Ses Gazetesi Yazılarım
Hadislerle İslam
Günlük Program
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam43
Toplam Ziyaret3599484

Uymazsan Trafige

Dini Bilgiler
Google Translate
Her Güne Bir Ayet ve Hadis

Siyer Araştırmaları Merkezi



İslam Ansiklopedisi
Hava Durumu
Diyanet Namaz Sitesi
Diyanet PDF
Kuran Elif Bası