• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/vehbiaksit
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=5321561576
  • https://www.twitter.com/vehbiaksit
  • https://www.instagram.com/vehbiaksit
  • https://www.youtube.com/channel/UC5S_skAvSgjSjx7-XW1KjAw
VEHBİ AKŞİT

Vehbi Akşit Çekmeköy Müftüsü

Kategoriler
Site Haritası
ŞİFÂ-İ ŞERİF DERSLERİ




Saat
Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar32.222232.3513
Euro35.110935.2516
Aile Hayatı

Fransızca Site

İngilizce Öğreniyorum
Kaleiçi Camii sanal tur
Adım Adım Hac
İbrahim Halveti
ibrahim halveti
Vav ve Elif

% Kaç Müslümanız?

 Sunum olarak kullanmak isterseniz tıklayınız

 



Vehbi AKŞİT Kuşadası Müftüsü
Germencik Merkez Çarşı Sarıhatun Camii

09 01 2015 Cuma-
% Kaç Müslümanız?


% KAÇ MÜSLÜMANIZ?

PEYGAMBERİMİZİN ÖRNEK AHLAKI

 

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً

 Toplumda örnek alınan insanların sayısı çok fazla değildir. Örgü örmeyi seven bayanlar, komşusunun elinde örmeye çalıştığı bir oyayı görünce ve onu da beğenince bir örneğini çıkarmaya çalışır. Kimilerinin hafızası o kadar kuvvetlidir ki, birinin üzerindeki kazağın örneğini bir bakışta çıkarıverir.

Bazen, huyunu, ahlakını beğendiğimiz bir kimsenin oğlunu, kızını, damadını, gelinini; kendi oğlumuz, kızımız, damadımız ve gelinimiz ile karşılaştırırız. Bazen kendi canlarımızı yereriz. Niye?

Onları beğenmediğimiz için… Yaptıklarının doğru olmadığını belirtmek için… O anlattığımız, örnek aldığımız kimseler gibi olmadığı için….

Bizler; iyiyi kötüden ayırt etmeyi, birbirimizi sevmeyi, paylaşmayı, yardımlaşmayı, ahlakın güzelliklerini, dürüstlüğü, doğruluğu, erdemli bir davranışı, hoşgörünün en mükemmelini, insana saygının en yücesini, şefkat ve merhametin sınır tanımayan boyutunu, adaletin en güzel tatbikatını, kısaca her şeyin en iyisini ve en güzelini, o Rahmet Peygamberinin tebliğ, tavsiye ve uygulamalarından öğrendik. Hayatımızı anlamlı kılan değerlerimizi, dünya ve ahiret dengesini, insan onuruna uyan yaşama sanatını bizlere hep o gösterdi.

Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK, Peygamberimizin örnekliğini, onu ölçü almamızı, ona uymayan ölçünün hayat bile olsa önemli olmadığını, reddedilmesi gerektiğini bakın ne güzel ifade etmiş:

“Müjdecim, Kurtarıcım, Rehberim, Peygamberim

Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim.”

Ölçümüz, örnek alacağımız insanın Hazreti Muhammed (sav) olması gerektiği başka nasıl ifade edilebilir.

Bizleri yaratan Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de peygamberimizden bahisle:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً

“Andolsun ki, Allah’ın Rasülünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” [Ahzab, 33/21] buyuruyor. İşte bu yüzden, ashab-ı kiram onun hayatını titizlikle incelemiş, ilke ve prensiplerini önce kendileri için örnek almış, hem de kendilerinden sonra gelecek olan nesillere aktarmak için büyük bir gayret ve özen göstermişlerdir.

 İslam bilginlerinden İbni Hazm’ın, şöyle söylediği kaydedilmektedir: “Ahiret iyiliğini, düzgün yaşayışı ve bütün faziletleri kazanmak isteyen kişi, Hz. Muhammed’i örnek alsın.  Çünkü Rasülullah, bütün hayırlarda en ileridedir. Allah onun ahlakını övmüş, faziletleri en mükemmel şekliyle onda toplamış ve onu her türlü kusurlardan arındırmıştır.[Çağrıcı, Mustafa, “Nebevi Öğretide İdeal Birey, Toplum ve Devlet”, Hz. Peygamber’in Hayatından Davranış Modelleri, 3. Baskı, Ankara, s. 73; Yüksel Salman-Dr. Mehmet Canbulat-Dr. Yaşar Yiğit,  Hz. Peygamber’in Örnekliği, İslam’ın Sosyal Dayanışma ve İsrafa Bakışı, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s.4.]

O Yüce Peygamber asırlar öncesinde günümüze hitap ederek bizleri uyarmıştır. Şimdi gündüz arabanızla yolda giderken,  karşı yönden gelen bir sürücü farlarını yakarak sizlere bir şeyler anlatmak istese ne yaparsınız? Ne düşünürsünüz? Bu karşıdan gelen sürücü beni tanımadığı halde niçin böyle bir davranış içine girmiştir? Bana ne anlatmak istemiştir? Belki de karşıdan gelen sürücü yolda bir polis aracının olduğunu, kontrol olduğunu, radarla hız kontrolü yapıldığını haber veriyorsa, farlarını yakıp beni uyardı diye o kimseye teşekkür mü etmek lazım yoksa yaktığı farların ışıkları  gözlerimi rahatsız etti diye kızmak mı?

İşte kendisini kendimize rehber, müjdeci, kurtarıcı ve ölçü olarak aldığımız o yüce peygamber de, hayat yolunda önümüze çıkacak engeller gelmeden önce bizi hadisleriyle güzel bir şekilde uyarıyor.

Peygamber Efendimiz bize kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi öğreten; neye hangi gözle bakmamız gerektiğini anlatan; en iyiye ve mükemmele nasıl ulaşacağımızı belleten bir peygamberdir. Kısacası fani ömrü en iyi şekilde değerlendirmenin yolunu, dünya hayatında başarılı olmanın yöntemini gösterendir.

Sözlerin en hayırlısının Kur’an-ı Kerim, gidilecek yolların en iyisinin kendi yolu olduğunu kesin bir dille söyleyen; Allah’ın kitabını elimize alarak kendi yoluna düşmemizi, Kitabullah’ı okuya okuya, buyruklarını yapa yapa izinden gitmemizi tembih eden O’dur. Böyle yaptığımız takdirde hiçbir yanlışa düşmeden, bizi yutmayı bekleyen kurtlara yem olmadan yolun sonuna varacağımızı hatırlatan O’dur.

Gösterdiği yolun Cennet’e çıkacağını, ama daha önce sarp dağlardan, taşlı, dikenli yerlerden geçileceğini bildiren yine O’dur. Zahmetli de olsa bu yoldan gitmeye bakın, diyen de O dur. Daha düz ve cazip, adeta güllük, gülistanlık görünen ikinci bir yoldan daha bahsederek o yolun cehenneme çıktığını söyleyen ve o yola girmeyin diye sıkı sıkı tembih eden de O’dur.[Prof.Dr. M. Yaşar Kandemir, Canım Arzular Seni “Onun Ölçülerine Göre Ben Ne Kadar Müslümanım?” Altınoluk Dergisi, Temmuz, 1998, Sayı:149. s.5.]

“Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmıştır; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır.” [Buhari, Rikak 8; Müslim, Cennet 1. Ayrıca bk. Ebu Davud, Sünnet 22; Tirmizi, Cennet 21; Nesâi, Eyman 3.]

Rasül-i Ekrem Efendimiz’in cevâmiü’l-kelim nitelikli beyanlarından olan bu hadis-i şerif, nefse karşı verilecek mücahedenin önemini ve neticesini çok özlü ve düşündürücü bir şekilde ortaya koymaktadır. Azab yeri olan cehennem nefse hoş gelen haramlarla sarılıp süslenmiştir. Nefsin istekleri yerine getirilirse, gidilecek yer cehennemdir. Aşırı istekler (şehvetler), peşine düşenleri örümcek ağı gibi cehenneme çeker götürür. Bunların nefse hoş gelmesine aldanmamak gerekir. Çünkü arkası ateştir, azaptır.


Cennet, ebedî mutluluk yurdudur. Ona nefis açısından bakıldığı zaman, başlangıçta nefsin hiç de hoşlanmadığı ibadet, fazilet ve fedakârlıklarla perdelendiği görülür. İnsan nefsi, bu güçlüklere katlanmak istemez. Ancak gerçek mutluluk, geçici zorluklara katlanıp o perdeleri arayabilmektedir. İşte nefisle mücadele bu noktada odaklaşmaktadır. Mücahede bu noktada büyük bir önem ve anlam kazanmaktadır.

Nefis kendi başına bırakılırsa, gerisini düşünmeden hoşuna giden şeylerin peşine düşer. Halkımız bu gidişin duygusallığını “Kızı kendi gönlüne bırakırsan ya davulcuya varır ya da zurnacıya” sözüyle pek güzel belirtir. Görünüşe aldanmamak gerektiğine de bir edibimiz “zehiri teneke  kupayla sunmazlar” sözüyle dikkat çeker. Duyguları akıl, tecrübe ve vahyin ışığında uyarmak, ciddi ve meşru işlere yönlendirmek gerekmektedir. Zira gerçek ve sürekli mutluluk yani cennet böyle bir mücahede ile kazanabilecektir. [İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Terc:Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç.Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul, tarihsiz, c.1. s.406-407.]

Nefsin istekleri ne kadar cazip de olsa onlara boyun eğmemek, ibadetler ve diğer buyruklar nefse ne kadar zor ve ağır gelse de onları seve seve yapmak gerektiğini bize o anlattı.

“Cennet size ayakkabı bağınızdan daha yakındır, cehennem de öyle” [Buhari, Rikak 29.] diyerek cennetin de, cehennemin de bize pek yakın olduğunu hatırlattı. Tercih edeceğimiz hayat tarzına göre cennete de cehenneme de kolayca girebileceğimizi  O anlattı.  İnsanın cennete de cehenneme de aynı yakınlık ve uzaklıkta olduğu, seçip benimseyeceği yaşama tarzı, atacağı adımlarla her ikisine de ulaşmakta zorlanmayacağı, Peygamber Efendimiz(in bu özlü ifadesinden anlaşılmaktadır. Bizden cenneti ve cehennemi ayaklarımıza temas ediyormuş gibi düşünmemiz istenmekte ve tabii ona göre sürekli bir mücahede içinde olmamızı o teşvik etti. [İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Terc:Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç.Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul, tarihsiz, c.1. s.413.] Yapacağımız işlerde, hatta söyleyeceğimiz sözlerle cenneti veya cehennemi kolayca kazanabileceğimizi gösterdi:

“Söylediğiniz güzel bir söz sebebiyle Allah’ın hoşnutluğunu kazanabileceğimizi, iyice düşünüp taşınmadan söyleyeceğimiz bir söz sebebiyle de cehennemi boylayabileceğimizi” hatırlattı. [Buhari, Rikak 23.]

Bir gün Peygamber Efendimiz ikindi namazını henüz kıldırmıştı. Selam verir vermez yerinden kalktı, safları yararak süratle arkaya doğru gitti ve evine girdi. Onun sakin, yumuşak ve ağır başlı haline alışık olan sahabiler, fahr-i kainat’ı böylesine telaşlı görünce derin bir hayrete düştüler. Acaba hangi önemli şey Rasülullah’ı telaşlandırdı, diye endişeyle beklediler. Allah’ın Rasülü çok geçmeden geri döndü. Ashabının merakla kendisine baktığını görünce onlara durumu şöyle açıkladı:

 “Sadaka olarak dağıtılmak üzere eve bir miktar altın (veya) gümüş bırakmıştım. Namazda onu hatırladım. Bu malın beni hayırda acele etmekten alıkoymasını istemedim ve hemen dağıtılmasını emrettim.” [Buhari, Ezan 158, Zekat 20, el-Amel fi’s-salat 18; Nesâî, Sehv 104.]

Hazreti Peygamber’in bütün hal ve harekâtını son derece dikkatle izleyen sahâbiler, onda görmeye alıştıkları sakin ve ağırbaşlı tavırlar dışında, aceleci, telaşlı bir hâl gördüler mi, “nahoş bir şey mi var acaba?” diye meraklanırlardı. Bu kez de öyle olmuştu. Hz. Peygamber’in selam verir-vermez mihrabı hemen terk edip sür’atle odasına gitmesi ashâb-ı kirâmı endişelendirmişti. Peygamber Efendimiz ise, hayır işlemekte ne derece acele davranılması gereğini hem hareketi hem de sözüyle ortaya koymak suretiyle ashâbını bir yandan teskin ederken bir yandan da eğitiyordu.

Hz. Peygamber’in, “beni alıkoymasından hoşlanmadım” beyanını, “Allah’ı anmaktan, O’na yönelmekten alıkoymasından hoşlanmadım” anlamında yorumlamak ve

رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالْأَبْصَارُ

“Öyle babayiğitler vardır ki, onları ne bir ticaret ne de bir alış-veriş Allah’ı anmaktan alıkor.” [Nur 24/37.] ayetiyle ilgi kurmak mümkündür. “Beni alıkoymasından hoşlanmadım” sözünü, “ahirette yoluma mâni olmasını istemedim” şeklinde anlamak da mümkündür. Fakat hayır işlemekte acele davranmamaktan, hele canım ne acelesi var, dağıtırız, yaparız gibi tembel bir duygu ve tavra alıştırmasından hoşlanmadım, manasına anlamak belki konu ile ilgisi ve Müslümanların hayrı geciktirmemeyi öğrenmesi açısından daha isabetlidir. Zira altın-gümüş gibi kıymetlerin insana cimrilik ve sürekli ekonomi düşüncesi telkin ettiği, ibadet esnasında bile zihni meşgul ettiği bilinen bir gerçektir. Yapılacak hayrı, verilecek sadakayı geciktirmemek, bu duygulara kapılmaktan insanı kurtarır. [İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Terc:Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç.Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul, tarihsiz, c.1. s.379-380.]

 


Peki biz kendimize örnek aldığımız Hazreti Muhammed Mustafa (sav) gibi böyle bir ikindi namazı kıldık mı? Yani namazda hatırımıza, yapabileceğimiz bir hayrı çabuklaştırmak için bir çabaya girdik mi? Dağıtacağımız zekâtımız namazda aklımıza gelip de, onun dağıtılması için birilerine talimat verebildik mi?

 

Yoksa namazda aklımıza böyle hayırlar gelmiyor mu? Namazda biz örnek aldığımız o yüce insan gibi sadaka ve zekâtların hemen yerine ulaşması için gayret gösterebiliyor muyuz?

Şimdi bizler, kendimize rehber, kurtarıcı, müjdeci, örnek ve ölçü aldığımız  O Yüce Peygamberin sözlerinden, hadislerinden hareketle kendi kendimize, bir köşeye çekilerek bazı sorular soralım.

Bizim en önemli meselemiz, iyi bir Müslüman, iyi bir mü’min olabilmektir. Mü’min olabilmek için de kendimizi her an hesaba çekmemiz yani düşünce ve davranışlarımızı her an kontrol etmemiz gerekmektedir. Peygamber Efendimiz bu konuda bize şunları söylüyor:

“Akıllı kişi, nefsine hakim olan ve ölüm sonrası için çalışandır” [Tirmizi, Kıyamet 25.]

Diğer bir söyleyişle, akıllı adam kıyamette hesaba çekilmeden önce kendini dünyada hesaba çeken kişidir. Hz. Ömer’in konuyla ilgili sözü ne kadar güzeldir.

 


“Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz. Allah’ın huzurunda vereceğiniz o büyük hesaba kendinizi şimdiden hazırlayınız. Kendini daha dünyada iken hesaba çekenlerin ahiretteki hesapları kolay geçecektir.”
[Tirmizi, Kıyamet 25.]

 

Kendini hesaba çekmenin çeşitli yolları vardır. İnsan kendi kendine bazı sorular sormak ve bu soruların cevabını aramak suretiyle de nefis muhasebesi yapabilir.

Peygamber Efendimiz bizim için örnek, rehber, kurtarıcı, müjdeci ve ölçüdür demiştik. Şimdi yaşadığımız Müslümanlık ile, kendimize örnek aldığımız Hz. Muhammed’in ölçülerini karşılaştırarak, Müslümanlığımızın derecesini ölçmeye çalışalım.

Bir köşeye mi çekiliriz, yoksa nerede olursa olsun hafif bir tefekküre mi dalarız onu sizlere bırakıyorum. Ancak Müslümanlığımızın yüzdesini öğrenebilmek için madde madde soracağımızı soruları kendi nefsimizde değerlendirmenizi istiyorum.

 


Madem Peygamberimizi çok seviyoruz, onu adı anıldığında büyük bir coşku ile salât ve selam gönderiyoruz, şefaatine kavuşmak için dualar ediyoruz.  O halde biz ne kadar peygambere yakınız, peygamber bize ne kadar yakın….

 

Oğlumuza, kızımıza bir iş buyurduğumuzda, o işin zamanında ve dediğimiz gibi olmadığını görünce tepkimiz nasıl oluyor? Emrettiğimiz, yapılmasını istediğimiz işin yerine getirilmemesi bizi mutlu mu ediyor, yoksa mutsuz mu? Bir beşer olarak, kendi canımızdan, kendi kanımızdan meydana gelen evlatlarımıza, olumsuz tepki gösterebiliyor, azarlayabiliyor hatta onları maddi olarak incitebiliyoruz.

Peki, aynı şeyi Rasülullah bize söylüyor, biz yapmadığımız takdirde bir an kendimizi Peygamberimizin yerine koyuyor, acaba hükmü doğru olarak verebiliyor muyuz?

Şimdi küçük bir denemesini yapalım. Kendimize sorular yöneltelim. Cevaplarını da kendimiz vermeye çalışalım. Ama cevap vermeden önce Peygamberimizin bu konudaki fikirlerini, hadislerini de dikkate alalım.

İşte birinci soru geliyor:

1) ACABA BEN KONUŞTUĞUM ZAMAN FAYDALI VE HAYIRLI SÖZ SÖYLÜYOR MUYUM?

Çünkü Rasülullah (sav):

“….. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse komşusuna iyilik etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin ya da sussun.” [Müslim, İman 77.]  buyurmaktadır.

 

 


Hadisimiz İslam ahlakının üç önemli konusunu ele almaktadır. Komşuya ve misafire ikrama verilen önemin yanında konuştuğu zaman ya güzel konuşmak yada susmanın tavsiye ediliyor. Her tavsiyenin başında Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa diye konunun önemi üç defa vurgulanıyor.

 

Konuşmak isteyen kimse önce düşünmelidir. Söyleyeceğim sözün kendisine veya başkasına fayda getirip getirmeyeceğine bakmalıdır. Söyleyeceği söz faydalı ise söylemeli, değilse susmalıdır. Çünkü faydasız söz hem kendine, hem de başkalarına zarar verir. Susmak suretiyle zarardan korunmak da bir faydadır.

Susmak, faydasız söylemekten çok daha faziletli o zaman…. Şöyle kendimize bakalım. Bir gün boyunca başta eşimize, çocuklarımıza, cami cemaatine, komşumuza, bakkalımıza, esnafımıza, köylümüze, işçimize, memurumuza, amirimize faydalı ne söyledik? Kendimize ve başkalarını faydası dokunmayan neler söyledik?

Faydasız konuşmalar çoğu zaman bizi günaha götürür. Manasını düşünmeden söylediğimiz bir söz Allah Teala’yı gücendirebilir. İnsanları birbirine düşürebilir. Unutmamalıdır ki, büyük günahları hazırlayan da gereksiz ve faydasız konuşmalardır. Dilini tutan, kendini fenalıklardan korumuş olur.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) “Kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.” [Tirmizi, zühd 11: Ayrıca bk. İbni Mace, Fiten 12.] buyurmaktadır.

Yeri gelince doğru ve faydalı söz söylemek ise bir ibadet olur. Yerinde söz söyleyerek bir haksızlığı ortaya koymak, insana Allah rızasını kazandırır.

Peygamber Efendimiz bu üç ahlak esasından her birini ortaya koyarken “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa” buyurmakla bu konuların önemin belirtmek istemiştir. Esasına bakılırsa, Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimselerin yapması gereken davranışlar bunlardan ibaret değildir. Rasülullah Efendimiz bu üç tavsiyeyi tutan kimselerin mükemmel bir imana sahip olduklarını anlatmak istemiştir. [İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Terc:Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç.Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul, tarihsiz, c.2. s.405.]

Demek ki konuştuğum zaman hem kendime hem de başkalarına fayda verecek sözler söylemeliyim. Aksi halde konuştuğum her faydasız ve zararlı sözün hesabı benden sorulacaktır. Çünkü Allah Teala benim yanımda beni gözetleyen, konuştuğum zaman her sözü yazmaya hazır vaziyette bekleyen bir melek bulunduğunu haber vermektedir.

إِذْ يَتَلَقَّى الْمُتَلَقِّيَانِ عَنِ الْيَمِينِ وَعَنِ الشِّمَالِ قَعِيدٌ  [17]

مَا يَلْفِظُ مِن قَوْلٍ إِلَّا لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ  [18]

“Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek, onun sözlerini ve işlerini) kaydetmektedir. (İnsan), hiçbir söz söylemez ki yanında kendinizi gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın.”[Kaf, 50/17-18.]

Bunun biz canlı örmeklerini dünya hayatında görmekteyiz. Haber programlarında, bir işini yaptırmak isteyen vatandaştan rüşvet isterken görüntülenen, kayıt altına alınan insanlara “Niye falancadan rüşvet aldın? diye sorulunca, o kimseyi tanımadığını söylemekte, hatta bu kimseyi ilk defa şimdi gördüğünü ifade edebilmekte, ancak kendisine kaydedilen görüntüler ve konuşmalar izlettirildiği zaman söyleyecek, konuşacak söz bulamamaktadır.

 


Müjdecim, kurtarıcım, rehberim, peygamberim dediğimiz ona uymayan ölçü hayat bile teperim dediğimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav)’e inen Kur’an-ı Kerim ve çoğumuzun Cuma geceleri geçmişlerimizin ruhuna okuduğu Yasin suresinde, biz farkında olmadan neler okuyoruz bakın bir dinleyelim.  Yukarıda rüşvet alırken görüntülenip, daha sonra inkar eden; ama çekilen görüntüleri izledikten sonra ağzı dut yemiş bülbül gibi kilitlenen insanlar hakkında, Cenab-ı Allah ne buyuruyor? Kıyamet sahnelerinden bir sahneyi arz ediyor. Dünyada iken bizleri ikaz ediyor:

 

الْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“O gün onların ağızlarınızı mühürleriz. Neler yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.” [Yasin, 36/65.]

Allah Teâlâ’nın gönderdiği son nebi, son rasül Hz. Muhammed (sav) ağızların mühürleneceği, ellerin konuşacağı ve ayakların şahitlik yapacağı gün gelmeden, bizleri asırlar öncesinden uyaran, ileride tehlike var, radar var diyerek bizleri, yolda uyaran sürücü gibi uyarıyor. Eğer bu uyarıya kulak verir ve kendi üzerimize alır isek, bu işten kârlı çıkacak biz oluruz. Aman canım sen de dersek, o gün gelmeden önce tedbirimizi almazsak vay halimize…

O halde ben, Allah’a da inanıyorum, ahirete de inanıyorum. İnsanlara fayda verecek bir şey söyleyeceksem, susmalıyım. Amel defterimi, aleyhime olacak sözlerle doldurmamalıyım. Konuşacağım her faydasız söz kalbimin katılaşmasına, benim Allah’tan biraz daha uzaklaşmama sebep olacaktır. Öyleyse ben faydamı ve zararımı bilmeliyim.[Prof.Dr. M. Yaşar Kandemir, Canım Arzular Seni “Onun Ölçülerine Göre Ben Ne Kadar Müslümanım? Altınoluk Dergisi, Temmuz, 1998, Sayı:149. s.5-6.]

Bu ilk soruyu başarı ile geçtikten sonra şimdi ikinci soruyu kendi kendimize soralım ve cevabını da bulmaya çalışalım…

2) ACABA BEN DİN KARDEŞLERİMİ, ONLARIN HOŞUNA GİTMEYECEK ŞEKİLDE ANIYOR, GIYBETLERİNİ YAPIYOR MUYUM?

Enes (ra)’den rivayet edildiğine göre Rasülullah (sav) şöyle buyurdu:

“Mi’rac’a çıkarıldığımda ben bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan bir topluluğun yanından geçtim.

-   Ey Cebrail! Bunlar kimlerdir? diye sordum.

-   Bunlar, (gıybet etmek suretiyle) insanların etlerini yiyenler ve onların şeref ve namuslarıyla oynayanlardır, cevabını verdi. [Ebu Davud, Edeb 35.]

Peygamber Efendimiz, baştan sona mucizevi bir ortamda cereyan etmiş olan Mirac olayında, müşahede ettiği bazı hususları haber vermiş bulunmaktadır. Hadisimiz, Efendimizin bu kabil gözlemlerinden bir sahneyi bize aktarmaktadır.

 



Aslında tırnaklarıyla yüz ve göğüslerini tırmalamak, yaralamak özellikle câhiliye döneminde ağıtçı kadınların yaptıkları harekettir. Maalesef bu yaka-paça ölüye ağlamak demek olan niyâhâ  âdetinin yurdumuzun değişik yörelerinde kadınlarımız arasında halen devam ettiği de acı bir gerçektir.

 

İşte Peygamber Efendimiz, Mi’rac esnasında bu cahiliye kadınları gibi demir tırnaklarıyla yüz ve göğüslerini tırmalayan bir topluluk görmüş ve bunların kimler olduğunu Cebrâil (as)’dan sormuş, Cebrâil de bu şekilde azap olunan kimselerin, “gıybet edenler ve insanların şeref ve namuslarıyla oynayanlar” olduğunu bildirmiştir.

Efendimiz’in bu beyanı, gıybetin ahirette ne tür bir cezaya sebep olacağını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. O halde böylesine çirkin ve cezası ağır olan gıybetten uzak durmaya çalışmak, her Müslüman’ın özen göstermesi gerekli bir konu olmaktadır. [İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Terc:Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç.Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul, tarihsiz, c.6. s.460-461.]

Müjdecim, kurtarıcım, rehberim, peygamberim, önderim dediğim, ona uymayan ölçü hayat bile olsa teperim dediğim adı güzel kendi güzel Hz. Muhammed (sav), Allahü Teala ile görüştüğü Mirac hadisesinde biz ümmetini uyarıyor. Yolda giderken ilerde radar var, hızına dikkat et, yoksa cezayı yersin anlamında bizi farlarını yakıp söndürerek uyaran sürücü gibi, siz de benim miracta gördüğüm insanlar gibi olmak istemezseniz, cehenneme girmek istemezseniz,  uyarılarıma dikkat edersiniz, diyor. Yani dedikodu ederek, gıybet ederek, insanların etlerini yemek suretiyle şeref ve namuslarıyla oynayanlar, bu şekilde akıbetlerini göreceklerdir. Eğer hala bu hadis-i şerifi okuyup, dinledikleri halde aynı kötülüğe devam edenlerin vay haline diyerek bizleri uyarıyor.

O halde ben de Müslüman kardeşlerimin bulunmadığı yerde, kendilerinde olan bazı kusurları söyleyerek bu kardeşlerimi çekiştirirsem, sözlerimi duydukları zaman üzülürler. Şayet ben insanları, duydukları zaman üzülecekleri sözler söyleyerek çekiştirirsem, hem onların kalbini kırmış hem de gıybetlerini yaparak günah kazanmış olurum. Böyle bir şeyi kesinlikle yapmamalıyım.

Müslümanlığımızın derecesini ölçmeye devam ediyoruz. Hazreti Peygamberin ölçülerine göre ne kadar Müslümanız sorusuna cevap arıyoruz. Eğer bunu soracağımız beş soru ile test edecek olursak ve her sorunun doğru cevabını yüzde yirmi ile hesaplarsak şu ana kadar iki soru sorduk ve iki sorunun tam cevabını aldık. Dolayısıyla yüz üzerinden beş soruda ikiyi doğru cevaplamış olduk.

Yani birinci sorunun cevabında; artık konuştuğumuz zaman faydalı ve hayırlı söz söyleyeceğiz. İkinci soruya da gıybet yapmamaya söz veriyoruz. Böylece % 40’lık bölümü başarı ile tamamladık. Geldik geriye kalan % 60’lık bölüme… Şimdi üçüncü soruyu sorup cevaplandırmaya çalışacağız.

3) ACABA BEN, BİRİLERİNİ ÇEKİŞTİRENLERİ YANİ ONLARIN GIYBETİNİ YAPAN KİMSELERİ DİNLİYOR MUYUM?

Allahü Teala iyi mü’minlerin:

وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ

“Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirmeleri gerektiğini” [Mü’minun 23/3.] söylüyor. Üstelik dinlediği sözlerden dolayı kulaklarının sorumlu olduğunu belirtiyor.

 


Kurtuluşa eren mü’minlerin vasıflarının tek tek sayıldığı Mü’minun suresinde, onların namazda huşu içinde oldukları bildirildikten sonra hemen ikinci vasıf olarak “Boş ve faydasız sözlerden yüz çevirdikleri” ifade buyurulmaktadır. Bir anlamda, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirmenin günlük hayatın huşuu demek olduğuna dikkat çekilmektedir. Namazda gönül huzuru ne ise, günlük hayatta da boş laflardan uzak kalmak odur. Yani insana aynı duruluğu ve huzuru yaşatır. Ancak şu da bir başka gerçektir ki, namazda huşu’ nasıl her zaman yakalanmazsa, boş ve faydasız sözlerden uzak kalabilmek de o kadar zordur. Bu yönüyle de aralarından bir benzerlik bulunmaktadır. Başarılabilmesi halinde her ikisinin de mü’mine kazandıracağı mutluluk ve seviye gerçekten son derece büyüktür. [İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Terc:Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç.Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul, tarihsiz, c.6, s. 464.]

 

وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولـئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً

“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o (yaptığı) ndan sorumludur.” [İsra, 17/36.]

Gıybet etmenin, herhangi bir Müslümanı, hoşlanmayacağı şeyleri arkasından söyleyerek çekiştirmenin haram olduğunu biliyoruz. Burada ise, bizzat kendisi gıybet etmemekle beraber, başkasının yaptığı gıybeti dinlemenin de yasak olduğunu öğrenmekteyiz. Böyle bir durumla karşılaşınca yapılacak ilk iş, bir yolunu bulup bu gıybet olayına mâni olmaktır. Hadisimiz işte böylesi bir müdâhalenin yani gıybeti yapılan Müslümanı savunmanın, ahiretteki sonucunu bildirmektedir.

Öyleyse ben Rasülullah Efendimiz’in tavsiye ettiği gibi, ya din kardeşimin haysiyetini, ırz ve namusunu, onu çekiştirenlere kaşı korumalıyım veya böyle meclislerden kalkıp giderek tavrımı koymalıyım.

 Hemen hemen her gün ve saatte yaşadığımız bir olaydır. Bir dost meclisinde, bir kahve toplantısında, hanımların bir araya geldiği altın günlerinde vb. toplantılarda, ya gıybet yapılır ya da gıybet dinlenir.

Peki, gıybet’e Kur’an nasıl bakıyor? Biz mü’minleri hangi tehlikelerin beklediğini haber veriyor? Gıybet yapılırsa gıybet edenin ve edilenin durumu ne olacaktır? İşte bu soruların cevabını bakın Allahü Teala bize nasıl haber veriyor?

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيراً مِّنَ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَب بَّعْضُكُم بَعْضًا أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ تَوَّابٌ رَّحِيمٌ  [12]

“ Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Zira zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın ve bazınız bazınızı gıybet etmesin. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? Bak hemen ondan tiksindiniz. Allah’tan korkun, şüphesiz Allah tövbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.” [Hucurat, 49/12.]

Hüsn-ü zan; her şeyi iyiye yorma, her şeyin iyi tarafını görmedir.

Sû-i zan da; bunun tam tersidir.

Bu zan’na bir örnek verelim: İki arkadaş bir köşe başında durmuş karşıdan sallanarak gelen ve elinde de gazete kağıdına sarılı bir şişe olan adam görüyorlar. Birisi şöyle diyor; “Adama bak, akşama kadar meyhanede içmiş, doyamamış eline bir şişe almış içmeye devam ediyor.” Diğer arkadaş ise; “ Adam akşama kadar ayakta çalışmış, yorgun düşmüş akşam da çocuğuna süt götürüyor.” Bu arkadaşlardan ikisi de o şahsı içerken görmediler. Birisinin ki “hüsnü zan”, diğerinin ki “sûi zandır”. Hüsn-ü zanda bulunan her zaman sevap alır. Sûi zanda bulunan ise, dediği doğru olsa bile günaha girer. Çünkü gözü ile görmediği bir konuda karar vermiştir.

Efendimiz “gıybet için yapılan söz denize karışsa bulandırır” Gıybetin rüzgarların kokusunu bile değiştireceğine işareten bir gün rüzgarda kötü bir koku hissedilince Efendimiz “Bu koku insanların gıybetini yapanların kokusudur” [Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/351.] buyurmuştur.

Efendimize “Gıybet nedir?” denildiğinde “Kardeşinin hoşlanmadığı şekilde onu anmandır”  [Ebu Davud, Edeb 40, (Hadis no:4874).]  buyurdu.

Yani gıybet etmenin ne kadar kötü ve iğrenç bir karşılığı olacağının ifadesidir. [Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları, İstanbul, 1998, c.7, s.209-210.]

 

   İnsanlar birbirlerinin yüzlerine karşı söyleyemedikleri sözleri niçin söylerler? Sevdiği, konuştuğu kardeşi bu çirkin sözleri niye yüzüne karşı söyleyemez? Günümüzün gelişen teknolojisinden istifade ederek, bazı kişiler cep telefonlarına mesaj göndererek, meramlarını ifade edebilmektedirler. Kişilerin şeref, haysiyet ve namuslarına dil uzatabilmektedirler.

 

Rasülullah (sav): “Kim din kardeşinin haysiyetini, ırz ve namusunu, onu çekiştirenlere karşı korursa Allah da onu kıyamet gününde korur.” [Tirmizi, Birr ve Sıla 20. ]

O zaman başkalarının yapmış olduğu gıybeti dinlemeyeceğiz ve din kardeşimizin şeref ve haysiyetine dil uzatıldığı zaman sessiz kalmayacağız. Böylece üç soruyu tamamladık. Eğer gıybet dinlememeye de söz verdiğimiz takdirde, müjdecim, kurtarıcım, rehberim, peygamberim dediğimiz, peygamberimizin ölçülerine göre Müslümanlığımızın derecesi yükselecektir. % 40 olan başarı yüzdemiz şimdi bu üçüncü madde ile birlikte % 60’a yükselecektir.

Şimdi de dördüncü soruya gelelim. Bu soru ve alacağımız cevap da son derece önemlidir. Çünkü biz faydalı söz söylemeye, gıybet, dedikodu yapmamaya söz verdikten sonra bir de gıybeti dinlememeye ve dinleyenleri de önlemeye söz vermiştik. Bakalım dördüncü maddede ne var?

4) ACABA BEN İNSANLARIN ARASINI BOZMAK İÇİN SÖZ TAŞIYOR YANİ KOĞUCULUK YAPIYOR MUYUM?

Peygamberimiz Efendimiz (sav)’in “Koğuculuk yapan cennete giremez” [Buhari, Edeb 50.] buyurduğunu, insanların arasını bozmak için laf taşıyanların kabirlerinde azap göreceklerini söylediğini unutmayalım. Konuyla ilgili şöyle bir hadis rivayet ediliyor:

“İbn Abbas (R.Anhüma) anlatıyor: Rasülullah (sav) (bir gün) iki kabre uğradı ve:

“(Bunlarda yatanlar) azab çekiyorlar. Azapları da büyük bir günahtan değil” buyurdular. Sonra sözlerine şöyle devam ettiler:

“Evet! Biri, nemimede (laf getirip götürmede) bulunurdu. Diğeri de idrar sıçrantısına karşı korunmazdı.” Aleyhisselatü vesselam sonra yaş bir hurma dalı istedi. İkiye böldü. Birini birinin üzerine dikti, birini de öbürünün üzerine dikti. Sonra da:

“Belki bunlar yaş kaldıkça azapları hafifler.” buyurdular.[Buhari, Vüdu 55,56, Cenaiz, 82, 89, Edeb, 46, 49; Müslim, Taharet 111 (292); Tirmizi, Taharet 53 (70); Ebu Davud, Taharet 11 (20,21); Nesâi, Taharet, 27 (1, 28-30).]

 İnsanların arasını bozmak, onları birbirine düşürmek maksadıyla söz getirip işini çokça yapan, onu iş edinmiş olana nemmâm denildiği onun da cennete giremeyeceği çok kesin bir şekilde ifade buyurulmaktadır.

Halkımızın ifadesiyle “müzevirlik yapmak”, “koğuculuk etmek” demek olan nemime, iki kişinin arasına bozma amacına dayalı olması dolayısıyla gıybetten ayrılır. Çünkü gıybet, orada olmayan bir kimseyi hoşlanmayacağı bir şey ile anmaktır. Gıybette bozgunculuk maksadı bulunması şart değildir. Nemime insanların birbirleri hakkında söyledikleri sözlerin, onların yanında veya gıyabınca aralarını bozmak maksadıyla diğerine nakledilmesi demektir.

Aslında nemime, birinin sözünü onun gıyabında hakkında söz edilmiş olan kimseye götürüp “falan senin hakkında şöyle şöyle diyor” şeklinde konuşmaktır. Kişinin gıyabında olması yönüyle gıybete benzer ise de, sözü söyleyen ile nakledilen kişinin arasını bozma niyeti onu gıybetten ayırır. Bu haliyle nemime, gıybetten daha ağır bir günahtır.

Peygamberimizin kabirlerini ziyaret ederek, haklarında konuştukları iki kişiden biri olan koğucunun mezarında da rahat olamayacağı, azaba tabi tutulacağı bildirilmektedir. Peygamber Efendimiz’in, kabirlerinde azab gören o kişi hakkında “Azab görmeleri büyük bir günah sebebiyle de değil” buyurması, “onlara göre büyük olmayan” demektir. Yoksa gerçekten “büyük bir suç olmayan” demek değildir. Esasen Peygamber Efendimiz de “Evet, aslında günahları büyüktür” buyurmak suretiyle durumu açıklamış oluyor.

Nitekim işledikleri günahları ve hataları önemsemeyen, basite alan ve küçük gören çok insan vardır. Hadisimizdeki iki kişinin de bir anlamda, söz ve idrar damlacıkları arasında bir ilgi kurarak, “Bir iki söz değil mi, bir iki damlacık değil mi ne çıkar bundan” anlayışı içinde davrananlardan olduklarına işaret edilmektedir. Hatasını küçük görme halet-i ruhiyesine Hz. Aişe validemize iftira edilmesi olayı dolayısıyla yüce kitabımızda şöyle işaret buyurulur. “Siz önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük bir suçtur.” [Nur, 24/15.]

 Hadisimizden, koğuculuk niyetiyle ağızdan çıkacak kelimelerin, ortalığı berbat etmek bakımından idrar damlacıklarına benzetildiği izlenimini edinmek mümkün gözükmektedir. Bu da bizi, nemimenin mutlaka korunulması, temizlenilmesi gereken bir pislik olduğu sonucuna götürür.

Rasülü Ekrem Efendimizin yaş bir hurma çubuğu isteyip onu ikiye ayırdıktan sonra, “Bunlar yeşil kaldıkça belki azapları hafifler”  buyurarak o iki mezarın üzerine diktiği kaydedilir. Bu da Efendimizin günahkarlara karşı olan şefkatinin bir göstergesidir. Aynı zamanda kabristanların ağaçlandırılması ve yeşillendirilmesini teşviktir. [İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Terc:Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç.Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul, tarihsiz, c.6. s.485-487.]

Evet, artık bu kadar geniş bir açıklamadan sonra kim koğuculuk yaparak, kendisine cenneti haram kılmak ister. Bizim mücadelemiz, bütün gayretimiz, ibadetlerimiz hep cenneti kazanmak için değil midir? O halde peygamberimizin ölçülerine göre Müslümanlığımızın kalitesini bulmak için yaptığımız hesaplamayı hatırlarsak, koğuculuk yapmaktan da vazgeçtiğimize göre, % 80’e çıkmıştır. Artık geriye % 20 lik bir oran kalmıştır.

Şimdi % 80 müslüman olan bizlerin son bir gayretle bir soru da sorarak ve cevabını da doğru olarak vererek bunu % 100’e çıkaralım. İşte son soru da geliyor:

5) ACABA BEN YALAN SÖYLÜYOR MUYUM?

Hâlbuki benim müjdecim, kurtarıcım, rehberim, peygamberim, önderim dediğim, kendime ölçü olarak aldığım Peygamberim, yalancılığın, Müslümana yakışmayacağını, bunun münafıkların huyu olduğunu, görmediği bir rüyayı gördüm diye anlatmanın bile yalancılık sayıldığını [Buhari, Ta’bir 45. Ayrıca bk. Ebu Davud, Edeb 88; Tirmizi, Rüya 8; İbni Mâce, Rüya 8.], yalancının önünde sonunda cehenneme gireceğini haber veriyor:

Abdullah İbn Mes’ud (ra)’den rivayet edildiğine göre Nebi (sav) şöyle buyurdu:

“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık yoldan çıkmaya (fucûr) sürükler. Fucûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” [Buhari, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105. Ayrıca bk. Ebu Davud, Edeb 80; Tirmizi, Birr 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; Dua 5.]

Hadiste, yalan konuşa konuşa insanın yalancılığı adeta meslek edineceği, yalana iyice alışacağı, yalana alışan insanın da fücur denilen her türlü kötülüğe hazır hale geleceği bildirilmektedir. Fücurun ise insanı cehenneme götüreceği anlatılmaktadır. Bu tesbit, yalan konusunda son derece dikkatli olunması için çok ciddi ve açık bir uyarıdır. Yalanın küçüğü büyüğü olmaz demektir. Ayrıca yalancılığın ve sahteciliğin İslam’da yeri olmadığını ortaya koymaktadır.

Yalancılığı âdet edinen kişinin Allah katında “kezzâb” diye tescil edilmesi, yalanın insanı ne kadar ağır ve kötü bir duruma düşürdüğünü göstermektedir. Ahirete ait sonuç ise, cehennem olmaktadır.[İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Terc:Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç.Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul, tarihsiz, c.6. s.497-498.]

Müjdecim, kurtarıcım, rehberim, peygamberim dediğim ve kendisine uymayan ölçü hayat bile olsa teperim dediğimiz o yüce insan, bizi münafık olmaktan korumak için bakın, münafıkları nasıl tarif ediyor:

“Dört huy vardır ki bunlar kimde bulunursa o kişi tam münafık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa, onu terk edinceye kadar o kişide münafıklıktan bir sıfat bulunmuş olur:Kendisine bir şey emanet edildiği zaman ona ihanet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Söz verince sözünden döner. Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar." [Buhari, İman 24, Mezalim 17, Cizye17; Müslim, İman 106. Ayrıca bk. Ebu Davud, Sünnet 15; Tirmizi, İman 14; Nesâi, İman 20.]

Hadiste geçen nifak, inançta iki yüzlülüktür. Yani içinden inanmadığı halde inanıyormuş gibi davranmak demektir. Böylesi bir inanç sahtekârlığının dışa vurumunun dört yolu hadisimizde teşhis edilmektedir. Bu dört huyun hepsinin birden bir kişide bulunması o kişinin tereddütsüz ve katıksız bir münafık olduğunu göstermektedir. Bu dört huydan herhangi birinin kendisinde bulunduğu kişi, o huyu terk edinceye kadar, münafıklıktan bir alamet taşımaya devam eder. Kişinin münafıklığını gösteren işaretlerden biri de yalancılıktır.

Yalan konuşmayı, yalan dolanla iş çevirmeyi beceri ve başarı sayanlar, bu hadis-i şerifin taşıdığı tehdit unsurunu iyice düşünmelidirler. Tabii münafığın, kâfirden daha beter bir durumda olduğunu unutmadan bu değerlendirmeyi yapmalıdırlar.

Hadisimiz, bir bakıma yalanın haram kılınmasının gerekçesini de gözlerimiz önüne sermektedir. Çünkü insanı münafık durumuna düşüren bir huy elbette Müslümana yakışmaz. Müslümanın ondan uzak kalması gerekir.

 Bizi bizden daha çok düşünen Rabbimiz’in yalan konusunda koyduğu yasağı dikkate alıp ona göre doğru sözlü, dürüst bir Müslüman olarak yaşamaya bakmak bizlere düşen en önemli görev olmalıdır. İzzet, şeref ve mutluluk her konuda olduğu gibi bu mevzuda da yüce dinimizin koyduğu sınırlara bağlı kalmakla sağlanabilir.

Emanete ihanet, sözünde durmamak, düşmanlıkta aşırı gidip haksızlık etmek gibi hadisimizde zikredilen münafıklık alametlerinin her birinin ne kadar büyük kusurlar olduğu ve onlardan uzak kalmanın ne kadar gerekli bulunduğu günümüzde çok daha iyi anlaşılmaktadır. Kendi iç güvenini büyük ölçüde kaybetmiş bir toplumun fertleri olarak, bu hadisi herhalde en iyi biz anlamaktayız. “Temiz toplum” bu ahlaki ve yaygın kusurlardan kurtulmadan nasıl oluşturulabilir ki?[İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Terc:Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç.Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul, tarihsiz, c.6. s.499-500.]

Hadis-i şerifte sayılan dört alametten birincisi yani;

1. Yalan söylemek; sözün bozuk olmasına;

2. Va’dinden dönmek; niyetin bozukluğuna,

3. Hıyanet; fiilin, davranışın bozukluğuna,

4. Düşmanlıkta haddi aşmak; karakterin ve seciyenin bozukluğuna delalet eder.

Bu alametler, bazen gerçekten Müslüman birinde bulunabilir. O takdirde o kimseyi küfürle veya münafıklıkla mı itham edeceğiz? Hâlbuki bir müslümanın kâfir veya münafık olduğuna hükmetmenin caiz olmadığı, hatta bunun haram olduğu konusunda ümmetin icmâi vardır. İmam Nevevi, kendisinde bu nitelikler bulunan müslümanın münafığa benzediğini ve münafıkların ahlakıyla ahlâklandığını fakat kâfir ya da münafık olmadığını söyler. Rasülü Ekrem Efendimiz, Müslümanların münafıklık alametlerini adet ve ahlak haline getirmemelerini ihtar eder ve onları bundan sakındırır.[İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Terc:Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç.Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul, tarihsiz, c.2. s.114.]

O halde ben de yalandan sakınmalıyım, şahsiyetli bir Müslüman olduğumu hiçbir zaman unutmamalıyım.

Şimdi bu beş soruyu değerlendirdiğimiz zaman, hepsine olumlu cevap verdiğimiz zaman Müslümanlığımızın derecesi % 100’e çıkmaktadır. Tabii ki bu soruları arttırmak, farklı alanlarda sorular sormak mümkündür. Ancak bu makale çerçevesinde bu sınırı da çizmek gerekir.

Evet, artık yalan söylemenin müslümana ait bir sıfat olmadığını da öğrendik. Müslüman doğru olacak, Peygamber Efendimize cahiliye döneminde söylenildiği gibi “el-Emin” diye anılacak. Adımızın Hasan, Hüseyin, Ahmet, Mehmet olması ne kadar normal ve tabii ise, “el-Emin” olmak da o kadar tabii ve normal olmalıdır. Hiçbir Müslüman, ben hem müslümanım hem de bana güvenilmez demek istemez. Peki bu nasıl olur?

Müslümanın kardeşine yardım etmesi, güler yüz göstermesi, ihtiyacı olduğunda karşılaması, sıkıntısı varsa sıkıntısını gidermesi onun vasıflarındandır.

Hz. Peygamber, söz ve fiillerinde insanlığın, hayatın her sahasına dair takip edeceği misaller bulunan, yolundan gidenlerin, hayatlarını sevgi, güzellik, huzur ve hayırla süsleyecekleri örnek insandı.[Efzalu’r-Rahman, Siret Ansiklopedisi, İstanbul, 1990, c.3, s.198-199.] Kendisine Peygamberlik vazifesi verilmesinin ilk dönemlerinde, üstlendiği görevin ağırlığını ve karşılaşabileceğini tahmin ettiği gelişmelerin kaygısını çekerken, Hz. Hatice’nin söylediği şu sözler, onun kişiliğini tanımak açısından oldukça önemlidir.

“… Vallahi, Allah seni utandırmaz. Çünkü sen, akrabalarına bakarsın, sözün doğrusunu söylersin, fakir ve muhtaçlara elinden gelen yardımı yapar, hiç kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafirlere ikram eder, onları ağırlarsın, Hak’tan gelen felaketler karşısında insanlar yardım edersin.” [Buhari, Bed’ül-Vahy, 3; Mülim, İman, 252; Ahmet b. Hanbel, VI, 223.]

 Peygamberim de mü’minlerin tıpkı, bir binanın parçaları gibi birbirine tutkun olmaları gerektiğini, Müslümanların din kardeşini düşmana teslim etmeyeceğini, sıkıntıda ise sıkıntısını gidereceğini, darda ise elinden bir birbirlerine tıpkı bir beden gibi sargın olacaklarını, birbirinin derdiyle dertleneceklerini söylüyor.

 “Müslüman Müslümanın (din) kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu düşmana terk etmez. Kim (din) kardeşinin bir ihtiyacını karşılarsa Allah da onun bir ihtiyacını karşılar. Kim bir Müslümandan dünya sıkıntısını giderirse Allah da buna karşılık ondan kıyamet gününün sıkıntılarından bir sıkıntıyı giderir. Kim bir Müslümanın ayıbını gizlerse Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter. [Buhari, Mezalim, 3; Müslim, Birr, 58 (2580)]

Müslümanların kardeşliği İslamiyet itibariyledir. Nitekim Allah (c.c.)

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ

“Mü’minler ancak kardeştir.” [Hucurat 49/10.] buyurmuştur.

Canlıların rızkını Allah üstlenmiştir. Onların sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını gidermek, onlara iyilik yapmaktır. Müslümana zulmetmek ve onu zalimlerin eline terk etmek haramdır. Müslümanın ihtiyacını karşılamak ve sıkıntısını gidermek için çalışmak Müslümanların görevidir. [Riyazü’s-Salihin, İmam Nevevi, Tercüme ve Şerhi, Mütercim: İhsan Özkes, Esra Yayınları, Konya, 1996. c.2, s.56-57.]

Konumuzla ilgili bir diğer hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Birbirlerini sevmekte, karşılıklı acımalarında, esirgemelerinde mü’minler, uzuvlarından biri hastalanınca diğer azalarının da birbirlerini uykusuz ve ateş içinde bırakarak onun acısına ortak olan vücut gibidir.” [Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66 (2586)]

Benim Peygamberim aynı zamanda; “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” buyuruyor. [Buhari, İman 7.]

Yine benim Efendim Müslümanların karşılıklı görevlerinden söz ederek birbirinize selam verin alın, hastalandığınız zaman birbirinizi ziyaret edin, ölenlerinizi defnedin, haksızlığa uğrayanlara yardım edin, davet edenin davetine katılın, aksırana teşmit edin, diyor. [Buhari, Mezalim 5, Cenaiz 2; Müslim, Selam 4.]

Acaba ben din kardeşlerime ne ölçüde yakınlık duyuyor, onlarla ne kadar ilgileniyorum? Haksızlığa uğrayan kardeşime ne kadar yardım ediyor, yanlarında ne ölçüde yer alıyorum? Kısacası ben onlara ne kadar değer veriyorum?

 Netice itibariyle benim Peygamberim Allah’tan aldığı buyrukları getirdi, uymam ve uygulamam için ortaya bir hayat tarzı koydu. Bana, dünya imtihanında başarılı olmanın yolunu ve usulünü gösterdi. Acaba ben onun ortaya koyduğu hayat tarzını ne kadar benimsiyorum? Onun buyruklarına ne kadar saygılı, sünnetine ne kadar bağlıyım? Hepsinden önemlisi, acaba ben, onun koyduğu ölçülere göre ne kadar müslümanım?

Yaşadığımız hayatı yeniden gözden geçirelim. İçinde 24 saatimizi geçirdiğimiz evimizin ne kadarı Muhammedî kokuyor, çocuklarımızla münasebetimizde peygamberimizin şefkatini, merhametini onlara da aktarabiliyor muyuz? Çocuklarla çocuk olabiliyor, onların dilinden anlayabiliyor muyuz? Çocuklarımıza peygamberimizi tanıttık mı?

Babam, biz çocukken şöyle anlatırdı. “Oğlum biz sizi dedenizin yanında sevemedik. O zaman bir babanın yanında çocuğunu öpmek, sevmek, okşamak ayıp sayılırdı.” diye anlatırdı. Örf adına, adet adına ne kadar yanlışlar yapılıyor.

Şimdi Asr-ı Saadet’e gidelim. Bakalım o zaman ile günümüz arasında nasıl bir benzerlik var. Bu sorunu, Yüce Peygamberimiz nasıl çözmüş:

Aişe (r.anha) anlatıyor:

Çölde yaşayan bedevîlerden bir grup Rasûlullah (s.a.v.)’in huzuruna geldiler ve:

-  Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz? diye sordular. Peygamberimiz:

-  “Evet” buyurdu. Onlar:

-  Fakat biz, Allah’a yemin ederiz ki, onları öpmüyoruz, dediler. Rasûlullah (s.av.):

-   “Allah sizin kalplerinizden merhamet duygusunu çıkarıp almışsa, ben ne yapabilirim ki”! [Buhari, Edeb 18; Müslim, Fezâil 164.] buyurdu.

Çölde yaşayan ve medenî davranışlardan uzak olan, katı kalpli, kabı tavırlı kimselere a’rabî veya çöle mensup kişi anlamında bedevî denilir.  Bunlar zamanla Rasul-i Ekrem (s.a.v.)’in huzuruna gelerek Müslüman olmuşlar ve İslam’ın getirdiği üstün değerleri benimseyerek medenî bir hayata kavuşmuşlardır. Ancak bu değişim ve gelişimin herkeste bir anda olduğu düşünülemez. Çünkü insanın alışık olduğu âdetlerden, edindiği huylardan ve ahlâk haline getirdiği davranışlardan bir anda vazgeçmesi mümkün olmayabilir.

Peygamber Efendimiz’in yanına gelen bir grup bedevî, Müslümanların küçük çocuklarını öptüklerini ve sevip okşadıklarını görünce, buna şaşırarak:

Yoksa söz çocuklarınızı öpüyor musunuz? diye sormaktan kendilerini alamamışlardır. [İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, Terc:Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Doç.Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul, tarihsiz, c.2. s.184]

Şimdi benim iki tane kızım var. 17 Ağustos 1999 Marmara depreminde, İzmit’te kayınpederime ait 7 katlı evin üçüncü katında iken bina depremde dümdüz oluyor. Tam 38 saat sonra eşim, iki kızım ve kayınvalidemi Allah bize bağışladı. Kayınpederim vefat etti.

Kayınpederim 20 yıl Almanya’da çalıştı. Bütün parasını bir eve yatırdı. Dört katlı idi. 3 Kat daha çıktı. Son katı teras katı olarak yaptı. Bizler damadı, kızı, torunları, oğlu, gelini ziyaretlerine geldiğimizde rahat edelim diye yaptı.

 Eğer o binanın kendisine mezar olacağını bilseydi, yapar mıydı? Sizler bu konferansa gelirken yolda kaza yapacağınızı bilseniz gelir miydiniz?

Evet, babam bizleri küçükken öpemediğinden yakınırken, ben onun anlattıklarına göre şöyle düşündüm. “Oğlum biz çocuklarımızı dedenin yanında öpemedik. Ama siz çocuklarınızı öpün, sevin, bizim yapamadığımız güzellikleri siz yaşayın” şeklinde anladım. Ama yanlış anlamışım. Çünkü ben kızlarımı babamın, annemin yanında sevince, babam anneme. ”Şu bizim Vehbi’ye söyle, fazla ileri gidiyor. Bıraksın da buradayken biz sevelim. Onlar evlerine gidince sevsin” diyor.

Şimdi ben merak ediyorum. Bu davranışın hangi tarafı Peygamberî kokuyor? Bu davranış gelenek kokuyor. “Biz büyüklerimizden böyle gördük. Onları zamanında eleştirdik. Ama artık büyük biziz. Bizler her ne kadar onları eleştirsek, davranışlarını beğenmesek de, onlar gibi davranmalıyız” düşüncesi ne kadar da yanlış bir düşüncedir. Büyüklerimiz farkında olmadan, yetiştiği ortamın kalıbına kendiliğinden giriveriyor.

 Onun için sevin çocuklarınızı, öpün, koklayın. İnsan çocuğunu sevmek için babasından, annesinden izin mi alacak? Babacığım diye kollarını açarak size koşan yavrunuza, “Babam, annem var seni kucağıma alamam” diye nasıl dersiniz? diyemezsiniz.

 


BİR GÜN KAPI ÇALAR

 Sabahın erken saatlerinde... Açarsınız. Sütçünüzdür gelen. Sütçünün litreliğinden kabınıza dökülen beyazlıkta sabahın güzelliğine kavuşursunuz. Gözünüzde pırıl pırıl  bir sabah kahvaltısı canlanır. İçinizden "Bugün kahvaltıyı bahçede yapayım" diye geçirirsiniz...

Kapı  Çalar...

Gelen postacıdır. Kucağında büyükçe bir paket. Uzattığı kağıda imza atarsınız. Daha önceden ısmarladığınız kitaplara kavuşmanın sevincini yaşarsınız. Zaten tatilde olduğunuzdan bu kitaplara çok ihtiyacınız  vardır. "Artık canım sıkılmayacak " deyip keyiflenirsiniz. En çok merak ettiğinizi alıp şezlonga uzanırsınız…

Kapı Çalar... 

Kapıya koşarsınız. Yıllardır görmediğiniz bir dost gelmiştir. Sevinirsiniz. Sohbetleriniz saatler boyu,  hatta bütün gün sürer. "Yaşamak ne güzel " dersiniz içinizden. Hele böyle dostlar varken..

Kapı Çalar...

 Çalmadan içiniz titremiştir zaten "O" dur gelen. Yüzyıllardır  bekliyormuş gibi koşarsınız kapıya. Oysa dün gece ayrılmışsınızdır. Teninin tuzu hala dudaklarınızda, kokusu burnunuzda, sesi kulaklarınızdadır. "Nerede kaldın?" dersiniz. "Öyle özlemiştim ki ..." Sarılırsınız bir daha kopmamacasına, öpersiniz doyasıya, hayır  hayır doyamamacasına.

Kapı Çalar...

Dürbünden bakarsınız. Kimseyi göremezsiniz. Dönüp yeniden koltuğa gömülürsünüz. Bir daha çalar. Bakarsınız, yine kimse yok, tam o sırada bir daha çalınca kapıyı açarsınız. Komşunuzun oğlu, elindeki sopayla zile uzanmakta. Meğer tuzları bitmiş. İçeriden tuz getirirken kendi kendinize söylenirsiniz. "Elbette göremem. Keratanın boyu bir metre.." Bu küçük hadise neşelendiriverir ortalığı....

Kapı Çalar...

Düşüp bayılacak kadar şaşırırsınız. Askerdeki oğlunuz haber  vermeden izne çıkmıştır. "Oğlum benim.." diye hasretle kucaklarken göz yaşlarınızı  zaptedemezsiniz. Mutluluğunuz oğlunuzun izni kadar uzar...  Kapının her çalışında sanki mutluluğa koşmaktasınız. Huzur tüter gözlerinizden. Her sessizlikte kulaklarınız zil sesi arar...  

Ve kapı çalmaz.

 O gün en büyük misafiriniz gelir. Adeta kapıyı kırmıştır. Alıp gider sizi, şaşırırsınız.
"Niye haber vermedi?" diye içinizden geçirirken; "Doğduğundan beri zile basmaktayım" der. Bir şeyler söylemek istersiniz o an. Ama o andan sonra diliniz dönmez. Ölüm sessiz sedasız gelivermiştir...

Evet, biz o Yüce Peygamberi çok özledik. Bir gün kapımızı çalar diye bekliyoruz. Evimiz her onu misafir etmeye hazır bir şekilde bekliyor. Başta kendimiz, ailemiz, çocuklarımız hep onun izinde, onun yolunda. Yani Peygamberimiz gelse hazırız değil mi? O Yüce insanı, “Hoş Geldin Ya Rasulallah” İşte bu benim eşim, benim kızım, oğlum Ya Rasulallah.. Buyur, evimizin en güzel köşesini, en güzel odasını Senin için hazırladık. Evimize şeref verdin demeye hazırız.

Sonuç olarak;

Hz. Peygamberi örnek almayı ve onun hayatından davranış modelleri çıkarmayı; sahip olduğu ahlâki faziletleri hayata geçirmeyi, getirmiş olduğu dini zihniyeti benimsemek ve gelişen olaylar karşısında onun gibi tavır alabilmek şeklinde anlamamız gerektiği kanaatindeyiz.

Ne olur.

Gel Ey Muhammed bahardır

Dudaklar ardında saklı

Âminlerimiz vardır.

Hac’dan döner gibi gel

Mirac’tan iner gibi gel

Bekliyoruz yıllardır.

 

Bir demet gül var elimizde, titreyen yüreğimiz var. Güllerimiz solmadan, gül kurusu ağlamadan yüreğimiz, ne olur gel Efendimiz.


ONU HER VARLIK SEVDİ

Onu neler sevmedi, kimler sevmedi ki...

Onu her şey sevdi, her varlık sevdi.

İşte onu sevenlerin bazıları:

Bulutlar sevdi onu, güneşten koruyarak...

Ağaçlar sevdi onu, toprağı yarıp yerinden çıkarak...

Kurtlar sevdi onu, çobanlara rehber olarak...

Güvercinler sevdi onu, önünde yuva yaparak

Örümcekler sevdi onu, huzurunda ağ örerek...

Keçiler sevdi onu, sütsüz halde iken süt vererek...

Develer sevdi onu, görünce önünde çökerek...

Azgın boğalar sevdi onu, karşısında boyun bükerek...

Geyikler sevdi onu, verdiği sözde durarak...

Dağlar sevdi onu, heyecanından titreyip sallanarak...

Taşlar sevdi onu, avucuna girince “Allah Allah!” diyerek.

Toprak sevdi onu, ayağını vurunca bağrından su fışkırtarak...

Kuyular sevdi onu, kupkuru iken sularla çağlayarak...

Aylar sevdi onu, bir işareti ile iki parçaya ayrılarak...

Güneşler sevdi onu, batmasını geciktirerek...

Melekler de sevdi onu, savaşlarda yardım ederek...

Cinler sevdi onu, sesini duyunca hayran kalarak...

İnsanlar sevdi onu, sesini duyunca hayran kalarak...

Bebekler sevdi onu, can atarak, canlar vererek...

Ama asıl onu Rabbi seviyordu, ona “Habibim” dedi en çok sevdiğini ifade ederek...

Peygamberimizi sevmek, imandır, ibadettir, Cennettir, huzurdur, mutluluktur.

Peygamberimizi sevmek hepimiz için en üstün sevinç ve neşedir, heyecandır ve güzelliktir.

O olmasaydı, ne biz olurduk, ne dünya ve de evren.

Gerçek mü’min olmak onu sevmekten geçiyor. Allah’ı sevmenin ölçüsü de onun izinden yürümekten geçiyor.

Ne mutlu size, ne mutlu bize ki, o bize sevgiyi, sevmeyi ve sevilmeyi öğretti.

Ve onu, canımızdan çok seviyoruz, sevmeliyiz. [Mehmet Paksu, Peygamberimi Seviyorum “Onu Her Varlık Sevdi” İstanbul, s.5-6]

 


 

NOT: Bu konferansın power point sunumunu indirmek için tıklayınız  

NOT: Bu konferans metni hazırlanırken Prof.Dr. Yaşar KANDEMİR'in Altıınoluk Dergisi'nin Temmuz ayında (149. Sayı ve 5-6. sayfalar) yayınlanan Canım Arzular Seni başlıklı köşede "Onun Ölçülerine Göre Ben Ne Kadar Müslümanım" başlıklı yazısı esas alınarak hazırlanmıştır. Yaşar Kandemir Hocamızın kalemine sağlık. Bu konferans metni bir nevi şerh niteleğindedir. Dipnotlarda kaynak gösterilmiştir. 

Prof.Dr. M. Yaşar Kandemir, Canım Arzular Seni “Onun Ölçülerine Göre Ben Ne Kadar Müslümanım? Altınoluk Dergisi, Temmuz, 1998, Sayı:149. s.5-6.

Bu yazı hocamızın kendi sitesinde de yayınlanmıştır:

http://www.yasarkandemir.com/onun-olculerine-gore-ben-ne-kadar-muslumanim/  


NE KADAR MÜSLÜMANIZ?

İçeride sıcakta otururken dışarıda soğukta olanın titreyişini hissedebildiğimiz ve bu titreyişi gidermek için çaba harcadığımız kadar müslümanız.

Karnımız tok, sırtımız pek iken aç olanın açlığını hissedebildiğimiz ve bunu giderebilmek için çabaladığımız kadar mü'miniz.

Rahat döşekte uyurken taş üzerinde yatanın kaygısını duyduğumuz ve altına bir döşek sermek için gayret edebildiğimiz kadar takva sahibiyiz.

Ya çare olmalı, ya çare olanlara yardımcı olmalı.

"Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz!"

(Soner Duman /5.Rebiülevvel.1439/Perşembe)

 

 


Yorumlar - Yorum Yaz
30 Cüz ve Mesajlar
Ses Gazetesi Yazılarım
Hadislerle İslam
Günlük Program
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam114
Toplam Ziyaret3599555

Uymazsan Trafige

Dini Bilgiler
Google Translate
Her Güne Bir Ayet ve Hadis

Siyer Araştırmaları Merkezi



İslam Ansiklopedisi
Hava Durumu
Diyanet Namaz Sitesi
Diyanet PDF
Kuran Elif Bası